"İzmir Barosu İnsan Hakları Hukuku ve Hukuk Araştırmaları Merkezi" F tipi cezaevleri raporu kasım 2000
rapor ana sayfa | 1.| 2.| 3.| 4.| 5.|
BİRİNCİ BÖLÜM
GENEL OLARAK CEZAEVLERİ
I- F TİPİ CEZAEVLERİ
Suçluları kapalı bir yerde tutma uygulaması, neredeyse tarihin ilk yıllarına kadar
dayanmaktadır. İlk olarak İbranilerde görülen kapalı yerde tutma, Eski Yunan'da,
Roma'da ve İslamın ilk dönemlerinde, sanıkların yargılama süreci ile asıl cezanın
infazını beklerken konuldukları yerler olarak kullanılmıştır. Bu uygulamalarda
genel olarak amaç, kapalı tutma yolu ile suçlunun cezalandırılması değildir.
Zamanla hapsetmek, yalnızca yargılama sürecini bekleyen sanıkların alıkonması için
bir yöntem olmaktan çıkıp, mahkumlara uygulanan bir ceza uygulaması haline
gelmiştir. Bu anlamdaki ilk cezaevleri 1557'de Londra, 1596'da Amsterdam'da
yapılmıştır. Bu cezaevleri yaş, cinsiyet vb. ayrımlara göre düzenlenmemiştir,
sıkı bir disiplin ve ağır bir çalışma ön plandadır.
"Modern" anlamda yapılan ilk cezaevi, ABD'nin Philadelphia Eyaletinde 1790'da
kurulan Walnut Cezaevi’dir. Bu cezaevinde bulunan hükümlüler, öncekilerden farklı
olarak, cinsiyetlerine ve işledikleri suçun derecesine göre ayrıma tabi
tutulmuşlardır ancak ağır çalışma uygulaması, bir ıslah etme yöntemi olarak
devam etmiştir.
18.Yüzyılda, ilk "modern" cezaevlerinin kuruluşuyla birlikte hapishanelerin
ve ceza infaz sisteminin nasıl olacağı tartışmaları da başlamıştır.
Bu tartışmalar sonucu oluşan ilk ilke "soyutlama"dır. Bu ilkeye göre
mahkumlar, sadece dış dünyadan değil, yasa ihlalini teşvik etmiş olan her şeyden ve
hatta bu ihlali kolaylaştırmış olan suç ortaklarından bile soyutlanmalıdır. Ceza,
yalnızca bireysel değil, bireyselleştirici de olmalıdır.
Soyutlama ilkesi üzerine yapılan tartışmalar pratikte iki ayrı uygulamaya neden
olmuştur. Birincisi "mutlak soyutlama”dır (Philedelphia Sistemi). Bu anlayışa
göre mahkum, tek başına hücrede bırakılarak kendisini çevreleyen dünyanın
sessizliği içinde vicdanına doğru inecek, kendini sorgulayacak ve insanın kalbinde
hiç bir zaman tamamen yok olmayan ahlaki duyguların etkisiyle doğru yolu bulacaktır.
Mutlak soyutlama uygulamasında mahkumlar, gündüz saatlerinde çalıştırılırken dahi
tek başlarına el işlerinde çalışır, görevliler ve arada sırada gelen
ziyaretçiler dışında kimseyi görmezlerdi.
Diğer sistem ise "kısmi soyutlama"dır (Auburn Sistemi). Bu uygulama,
mahkumların sadece geceleri hücrelerinde kalması, gündüzleri ise diğerleriyle
birlikte ortak atölyelerde çalışması sistemine dayanmaktadır. Ancak, bu uygulamada
mahkumlar, çalışırken birbirleriyle konuşamıyordu ve 'mutlak sessizlik" ilkesi
uygulanmaktaydı. Bu sessiz çalışma uygulamasına 'sessiz sistem' de denmektedir.
Aslında soyutlamaya dayalı hücre uygulamasının ilk kuramcısı 17.yüzyılda
yaşamış olan Bentham'dır. Bentham tarafından tasarlanan ve Panopticon olarak
adlandırılan cezaevi modeli, mahkumların tek kişilik hücrelere konularak etkin
biçimde gözlenmesine dayanmaktadır. Tasarlanan bu cezaevinin yapısını temel olarak,
ortada bulunan bir kulenin etrafını çeviren halka şeklinde bir bina oluşturmaktadır.
Binanın içi hücrelere bölünmüştür ve her biri binanın tüm kalınlığını kat
eden hücrelerde hem dışarı ve hem de kuleye bakan pencereler bulunmaktadır. İki
taraflı pencere yapısı ışığın hücreye girmesini ve merkezi kulede bulunan
kişinin, hücrede bulunan tutuklunun siluetinin rahatça görülmesini ve dolayısıyla
denetlenmesini sağlamaktadır. Hücrelerde tutulan kişilerin de birbirini görmesini
engelleyerek tam soyutlama koşullarını oluşturan bu cezaevi tasarımı o dönemde
kabul görmese de hücre sisteminin temelini oluşturmaktadır.
Tam soyutlama ve kısmi soyutlama anlayışlarının yanı sıra bir üçüncü yaklaşım
olarak "dereceli, gelişmeci sistem" (İrlanda Sistemi) geliştirilmiştir. Bu
sistemin esası, başlangıçta ceza infaz rejimini şiddetli olarak uygulayıp, mahkumun
cezaevinden çıkması yaklaştıkça ve iyi hal göstermeye devam ettikçe rejimin
yumuşatılması ve sonunda, mahkumun şartla tahliye edilmesidir. Cezanın infazına,
mahkumun gece gündüz bir hücrede kapatılmasıyla başlanır ancak mahkumun
bulundurulacağı hücre, disiplin cezası amacıyla kullanılan hücrelerden farklı ve
bütün sağlık şartlarına uygun olmak zorundadır.
Hücre sisteminin en acımasızca uygulandığı yerler 2.Dünya Savaşında Nazi
Kamplarıdır. Latin Amerika ülkeleri ile Kore ve Vietnam Savaşları sırasındaki
uygulamalar da başlıca örnekleri oluşturur.
Süreç içerisinde yapılan çeşitli tartışma ve eleştirilerden sonra, cezanın
amacı ve hürriyeti bağlayıcı cezaların uygulanması konusunda değişimler
olmuştur. Tutuklu/hükümlülerin, geceleri bir “oda”da, bireysel yaşama saygı
çerçevesinde tek başlarına kalmaları ve gündüzleri de diğer
tutuklu/hükümlülerle, değişik biçimlerde bir araya gelmeleri anlayışı öne
çıkmıştır.
Güvenlik gerekçeleriyle mahkumların geceleri bir hücrede tecrit edilmesi
koşullarında dahi gündüzleri, tutuklu/hükümlülerin sosyal yaşamları ve işlerinin
mümkün olduğu kadar özgür insanların sosyal yaşamları ve işleri gibi organize
edilmek zorunda olduğu kabul edilmektedir. Hatta, bununla da yetinilmeyip, çağdaş ceza
infaz anlayışında mahkumların belirli bir ölçüde cezaevi idaresine katılmaları
dahi öngörülmektedir.
Bu anlayışın sonucunda hücre uygulaması asıl olarak; 1) cezaevine yeni gelen
mahkumun kısa bir süre için müşahede amacıyla tutulması ve 2) yine kısa süreli
uygulanmak koşuluyla disiplin cezası biçiminde öngörülmüştür.
Bu gelişmelere karşın, bu gün başta Amerika, Almanya ve İngiltere olmak üzere bazı
ülkelerde hücre sistemi uygulaması, "H tipi", "güvenlik tipi",
"maksimum güvenlikli" gibi isimler altında uygulanmakta ise de bu cezaevleri,
özellikle Birleşmiş Milletler ve bağımsız insan hakları örgütlerinin yoğun
eleştiri ve uyarılarına neden olmaktadır.
Örneğin, 1996'da BM İşkence Özel Raportörü, Oklahoma'da ağır suçlardan mahkûm
olanların kaldığı "H Tipi" ve Pelican Bay "Güvenlik Ev Tipi"
Cezaevlerine yaptığı ziyaret sonunda hazırladığı raporda, bu hapishanedeki
koşulları insanlık dışı olarak nitelemiştir. Böylesi cezaevlerinde mahkûmlar, tek
kişilik 7.5 m²'den küçük, doğal ışık almayan odalarda 22-24 saat kalmakta; burada
uyumakta, yemek yemekte, tuvalet ihtiyacını gidermektedirler. Ayrıca bir güvenlik
kamerası tarafından sürekli olarak izlenmektedirler. 1995'de BM İnsan Hakları
Komisyonu, "Maksimum Güvenlik" hapishanelerinin uluslararası standartları
karşılamadığını bildirmiştir. Uluslararası Af Örgütü de, 1998 yılı
sonlarında yayınladığı bir raporda, ABD hapishanelerinin uluslararası standartları
karşılamakta yetersiz kaldığını açıklamıştır.
“Maksimum güvenlikli bölümler ya da kurumlar” olarak anılan ve “tehlikeli
suçluların” barındırıldığı cezaevleri, Avrupa Konseyi’ne üye devletler
arasında, 70’li yılların başında kurulmaya başlamıştır. Ancak, uygulamanın
tutuklu/hükümlüler üzerinde yarattığı etkiler nedeniyle, sistemi benimsemiş
ülkelerden bir kısmı bu cezaevlerini kapatmaya başlamıştır. Bu cezaevi
sistemlerinin yerine uygulanan yöntemlerin geçmişi bilimsel veriler sunacak kadar eski
olmamakla birlikte oldukça başarılı sonuçlar alındığı belirtilmektedir.
Tarihsel süreç içinde insan hakları mücadeleleri, uluslararası toplumu temel insan
hakları metinleri oluşturmaya zorlamıştır. İkinci Dünya Savaşının zor
yıllarından sonra 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler Örgütü, dünyadaki herkese
yönelik bir temel haklar listesi içeren Evrensel İnsan Hakları Bildirgesini 1948
yılında kabul etmiştir. Bu temel belgeyi, 1966 yılında düzenlenen Ekonomik,
Toplumsal ve Kültürel Haklar ile Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmeleri
izlemiştir. Özel olarak cezaevlerine ilişkin düzenlemeler içermemekle birlikte, insan
onur ve saygınlığının sonucu olan temel hak ve özgürlüklerin, insan kişiliğinin
ayrılmaz parçası olduğundan yola çıkan bu Sözleşmelerin yanı sıra İşkence ve
Başka Zalimce, İnsanlık dışı ve Onur kırıcı Davranış ya da Cezaya Karşı
Sözleşme (1984) de temel belgelerden bir diğeridir.
Birleşmiş Milletler Örgütü’nün tutulanlara ilişkin olarak düzenlemiş olduğu
Hükümlü ve Tutukluların Tretmanı Hakkındaki Standart Asgari Kurallar (1955),
Herhangi Bir Biçimde Tutulan ya da Hapsedilen Kişilerin Korunması İçin Prensipler
Bütünü (1988), Tutulanlara Uygulanacak Temel Davranış İlkeleri (1990) bütünsel bir
koruma sağlamaktadır. Ayrıca, Yasa Uygulayan Görevlilerin Davranış Kuralları
(1979), Yasa Uygulayıcılarının Silah ve Güç Kullanımına İlişkin Temel İlkeler
(1990), Sağlık Personelinin Rolüne İlişkin Tıbbi Ahlak İlkeleri (1982) de
Birleşmiş Milletler metinleri arasındadır.
Avrupa Konseyi belgeleri ise İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma
Sözleşmesi (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) (1950) ve ek protokolleri başta olmak
üzere Hükümlü Kişilerin Transferi Sözleşmesi (1983), Tutukluların İnsanlık
dışı ve Onur kırıcı Davranış ya da Cezaya Karşı Korunmasına ilişkin 97(1983)
nolu Parlamenterler Asamblesi tavsiye kararının yanı sıra Bakanlar Komitesi’nin;
· Hükümlü ve Tutukluların Tretmanı Hakkındaki Standart Kurallar
(73)5 nolu kararı*, (bu belge yapılan çalışmalar sonucunda 1987 yılında, Avrupa
Cezaevi Kuralları olarak yayınlanmıştır),
· Tehlikeli Tutukluların Gözaltı/Tutukluluk Durumları ile
Tretmanlarına ilişkin (82)17 nolu tavsiye kararı,
· Cezaevinde Çalışmaya ilişkin (75)25 nolu kararı,
· Tutukluların Seçimlerle, Sivil ve Sosyal Haklarıyla ilgili (62)2
nolu kararı,
· Cezaevinden Çıkanlarla ilgili (82)16 nolu tavsiye kararı,
· Hükümlülerin Transferi Sözleşmesine Dair Üye Devletlere Bilgi
Verilmesine ilişkin (84)11 nolu tavsiye kararı,
· Kalabalık Cezaevleri ve Cezaevi Nüfusunda Enflasyon ile ilgili
(99)22 nolu tavsiye kararı sayılabilir.
II- TÜRKİYE’DE CEZAEVLERİ
Osmanlı döneminde hapishane olarak genellikle kale burçları kullanılmıştır. Bu
yerlere Farsça'da "karanlık, sıkıntı verici yer" anlamına gelen
"zindan" adı verilmiştir. Cumhuriyetle birlikte, modern anlamda cezaevi
binalarının yapılmasına geçilmiştir. Daha çok koğuş sistemine dayalı bu
cezaevlerinde hücre, TCK 73.maddesinde yer alan ve bir mahkeme tarafından verilen hücre
hapsi dışında, modern ceza infaz anlayışına uygun bir biçimde, "disiplin
uygulaması" olarak düzenlenmiştir.
Ancak, 12 Eylül askeri darbesi sonrasında Diyarbakır ve Mamak Askeri Cezaevleri
örneklerinde olduğu gibi pratikte zaman zaman disiplin cezasını aşan hücre cezası
uygulamaları da görülmüştür. Hücre cezasının halen ve ciddi bir biçimde,
disiplin cezasının amacını aşan tarzda uygulandığı saptanan yerlerden biri
Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevidir. 26 Eylül 1999 tarihinde Ulucanlar Cezaevi’nde
gerçekleşen ve 10 tutuklu/hükümlünün ölümü ile sonuçlanan operasyon sonrasında,
aralarında ağır yaralıların bulunduğu bir grup tutuklu/hükümlünün hücrelere
kapatıldığı da anımsanmalıdır.
Hücre tipi cezaevlerinin ilk örnekleri 80'li yıllarda inşa edilerek kullanılan
Gaziantep ve Eskişehir cezaevleridir. Kartal F Tipi Cezaevi ise hücre tipi cezaevinin
son örneği olarak 1999 yılında kullanıma açılmıştır.
Türkiye’de şu anda 557 cezaevi bulunmaktadır ve bu cezaevlerinin kapasitesi 73 bin
kişiliktir. Halihazırda cezaevlerinde tutuklu veya hükümlü olarak kalanların
sayısı 72 bindir. Bu sayının 11 binini terör suçlamasıyla, 2 bin kadarını da
mafya (çete) suçlamasıyla kalanlar oluşturmaktadır. Yani, şu anda F tipi uygulaması
ile karşı karşıya kalacak olan toplam tutuklu/hükümlü sayısı 13 bin olarak
gözükmektedir.
Şu anda Türkiye’de; A, B ve C tipi cezaevlerinin yanı sıra K tipi cezaevleri, özel
tip ve E tipi cezaevleri bulunmaktadır. Bunların dışında 350 kişilik cezaevi tipi
ile birlikte 500 kişilik cezaevi tipi de vardır. 500 kişilik cezaevlerinin ilk
örneğini oluşturan Kartal F Tipi Cezaevi, F tipi cezaevleri tartışmasının konusunu
oluşturan ilk uygulamadır.
Sincan, Tekirdağ, Adana, Bolu’da ikişer adet, Edirne, İzmir ve Kocaeli’de de birer
adet yapımı sümekte olan F tipi cezaevleri ise yüksek güvenlikli cezaevleri olarak
tanımlanmakta ve bu cezaevleri için yeni bir cezaevi rejimi öngörülmektedir. Her
birinin yaklaşık olarak 370 mahkum alması planlanan bu cezaevleri tamamlandığında
yaklaşık olarak 4103 mahkumun barınmasını sağlayacaktır.
Ayrıca mevcut cezaevlerinden bazılarının yapım modelleri de yeniden düzenlenmekte ve
Eskişehir, Afyon, Burdur, Amasya, Nevşehir, Niğde cezaevlerinde değişiklikler
yapılırken, Elbistan, Ceyhan, Yozgat ve Çankırı Cezaevlerinde de koğuşların
bölünüp küçültülmesi amaçlı inşaat çalışmaları sürmektedir.
III- CEZAEVLERİNDE SON 20 YILLIK UYGULAMALAR
Türkiye’de 1980 yılından bu yana cezaevlerinde ciddi sorunlar yaşanmış ve
yaşanmaktadır. Devletin, tutuklu/hükümlülerin mal ve can güvenliklerini korumakla
yükümlü olduğu halde, yapılan operasyonlar sonucunda pek çok tutuklu/hükümlünün
ölmesi, kamuoyunda bu ölümlerden devlet görevlilerinin sorumlu olduğu kanısını
oluşturmuştur. Tutuklu/hükümlülerin bir kısmı, devletin cezaevleri politikalarına
karşı geliştirdikleri açlık grevleri eylemlerinde yaşamlarını yitirmişlerdir.
Tüm olaylarda yaralanan tutuklu ve hükümlüler ile sürekli hastalığa sahip
olanların tedavileri yaptırılmamakta; sağlık güvenceleri doğrudan devlete bağlı
olan bu kişiler bu nedenle de yaşamlarını yitirmektedirler. Bu süreçte, sorumlular
hakkında açılan soruşturmalar takipsizlikle sonuçlanmakta ya da açılan davalar
sonucunda beraat kararları verilmektedir. Dolayısıyla, tutuklu/hükümlülere karşı
geliştirilen davranışlar bir devlet politikası olarak ortaya çıkmaktadır. Bu
nedenle de tutuklu/hükümlüler kendileri ve aileler ise çocukları/yakınları için
can güvenliği kaygısını doğal olarak duymaktadır.
Cezaevlerinde yapılan açlık grevleri, bunların sonucunda meydana gelen kalıcı
hastalıklar, operasyonlar ve başkaca nedenlerle pek çok tutuklu/hükümlü yaşamını
yitirmiştir. 1981 yılından bu yana cezaevlerinde meydana gelmiş ve saptanabilmiş 243
ölüm vakasıyla ilgili aşağıdaki istatistiklere bakmakta yarar vardır;
1. Cezaevlerinde Ölümler ve Yaralamalar
1.1 Açlık Grevleri/Ölüm Oruçlarında Ölenler
(Bu çizelgeye tüm açlık grevlerinin dökümünü, sayı çok fazla olması nedeniyle
almak mümkün olmamıştır.)
YIL | CEZAEVİ | GÜN | ÖLENLER |
1981 | METRİS | 18 | |
DİYARBAKIR | 1 | ||
1982 | METRİS | 28 | |
DİYARBAKIR | 4 | ||
1983 | METRİS-SAĞMALCILAR | 26 | |
1984 | METRİS-SAĞMALCILAR | 75 | 4 |
DİYARBAKIR | 54 | 2 | |
MAMAK | 44 | ||
1987 | ÇOK SAYIDA CEZAEVİ | 41 | |
1988 | DİYARBAKIR | 1 | |
1989 | ÇOK SAYIDA CEZAEVİ | 52 | 35.günde Aydın’a sevk sırasında 2 kişi |
1993 | MUŞ | 1 | |
1994 | YOZGAT | 40 | |
ELAZIĞ | 44 | ||
1995 | BUCA | 46 | |
YOZGAT | 48 | 1 | |
AMASYA | 1 | ||
KONYA | 36 | ||
DİYARBAKIR | 50 | ||
1996 | 52 CEZAEVİ | 69 | 12 |
1998 | ERZURUM | 55 | |
TOPLAM | 29 |
1.2. Ayrıca farklı cezaevlerinde tedavisi ya da sevkleri yapılmadığı için
ya da intihar ettiği belirtilen veya diğer nedenlerle yaşamını yitirdiği
saptanabilen kişilerin yıllara göre sayısı şöyledir;
1981 yılında 9, 1982 yılında 17, 1983 yılında 8, 1984 yılında 14,1985
yılında 8, 1986 yılında 12, 1987 yılında 3, 1988 yılında 1, 1989 yılında 3
kişi, 1990 yılında 5 kişi, 1991 yılında 2 kişi, 1993 yılında 2 kişi, 1994
yılında 20 kişi, 1995 yılında 10 kişi, 1996 yılında 7 kişi, 1997 yılında 38
kişi, 1998 yılında 28 kişi. (1999 ve 2000 yıllarına ilişkin bir döküme
ulaşılamamıştır.)
1.3. Operasyonlar Sırasında Ölenler ve Yaralananlar
Cezaevlerinde, devletin pasif tutumu nedeniyle meydana gelen ölümlerin yanında 1994
yılından sonra, şiddet düzeyi gittikçe artan ve toplu katliam boyutuna ulaşan fiili
güç kullanımlarına tanık oluyoruz. Operasyonlar sırasında son 5 yılda ölenlerin
sayısı 27 ve saptanabilen yaralananların sayısı da 265’tir.
YIL | CEZAEVİ | ÖLENLER | YARALANANLAR |
1995 | Buca | 3 | 23’ü ağır, 56 yaralı |
Ümraniye | 3’ü ağır, 36 yaralı | ||
1996 | Ümraniye | 4 | 36 yaralı |
Diyarbakır | 10 | 10’u ağır, 46 yaralı | |
1999 | Ulucanlar | 10 | 30 yaralı |
2000 | Burdur | 61 yaralı | |
TOPLAM | 27 ÖLÜM | 265 YARALI |
Operasyonlar nedeniyle gerçekleşen ölümlerle ilgili olarak resmi kaynaklı
açıklamalar, tutuklu/ hükümlülerin isyan başlattığı, görevlilerin de isyanı
bastırmak üzere yasalar çerçevesinde güç kullandığı yönündedir.
Bu tür vakalara ilişkin resmi açıklamalar genel olarak bu yönde iken operasyonlar
sonrasında tutuklu/hükümlülerin, bunların ailelerinin ve avukatlarının yaptıkları
açıklamalar ise resmi kanallardan yapılan açıklamaların sorgulanmasına neden
olmaktadır.
Bu durum Ulucanlar Cezaevinde 10 hükümlünün ölümüyle sonuçlanan operasyonla ilgili
olarak ta tekrarlanmıştır. Resmi kaynaklar olayı isyan olarak açıklamış,
tutuklu/hükümlüler, aileleri ve avukatları ise olayın bir katliam olduğunu
belirtmişlerdir. Resmi kaynaklar tarafından yapılan bu açıklamalar ve olayla ilgili
ayrıntılar, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu tarafından yapılan
araştırmalar sonucunda düzenlenen raporla da ciddi bir sorgulamaya tabi tutulmuştur.
Raporda dikkat çeken tespitler şunlardır;
· Yetkililer, olayların nedenini “isyan” olarak açıklarken
Komisyon, 26 Eylül tarihinde yaşanan olaylara, koğuş sorunu gibi sorunlara yeterli
hassasiyet gösterilmemesi nedeniyle zamanında sonuca bağlanmamış olmasının yol
açtığı kanısında olduklarını belirtmektedir.
· Raporda, “cesetlerde ve yaralılardaki darp izlerinin olaylar
sırasındaki arbedede olacak şekilde görünmediği” belirtilmektedir. Ayrıca
Komisyon tarafından, olaya ilişkin Adli Tıp Kurumu raporlarının, daha sonra başkaca
adli tıp uzmanlarına yaptırılan incelemesinde; “... özellikle kişilerde saptanan
bulguların genel olarak tıbbi açıdan uluslararası ve ulusal belgelerde ‘işkence’
ve ‘öldürme amaçlı fiiller’ şeklinde tanımlanan olgu türleri ile uyumlu
oldukları” saptaması yapılmaktadır.
· 26 Haziran 2000 tarihli Radikal Gazetesi’nde yayınlanan ve Neşe
DÜZEL tarafından ile yapılan röportajda Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Ali Suat
ERTOSUN, Ulucanlar’da tünel kazılmaya başlandıktan sonra Devletin operasyon
yaptığını, içeriden lav silahlarıyla ateş açılmasaydı bu insanların
öldürülmeyeceğini, devletin otoriteyi sağlamak zorunda olduğunu belirtmiştir. Oysa
ki Komisyon, olayların cereyan ettiği koğuşlarda yaptığı incelemede yoğun
çatışma izlerine rastlamadığını belirtmektedir. “Tutukluların tüpleri lav
silahı olarak kullandıkları ve güvenlik güçlerinin kapılardan girmesini
engelledikleri söylenmektedir. Ancak kapılarda ciddi bir alev-yanık izine
rastlanmamıştır.”
· Komisyon, “cezaevlerinde bir otorite zafiyetinden çok, otoritenin
yanlış kullanılması sorununun bulunduğunu düşünmekte”. “26 Eylül 1999
tarihinde Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde yaşanan 10 kişinin ölümü ve 40’a yakın
kişinin yaralanması ile sonuçlanan olayların altında ‘devlet otoritesinin tesis
edilmesi” amacı” olduğunu belirtmektedir.
Devlet otoritesinin tesisi anlayışı ve buna ilişkin uygulamalar yıllar içinde
değişmemiş gözükmektedir. Eskişehir Özel Tip (Hücre Tipi) Cezaevine 1991 yılında
yapılan nakiller sırasında tutuklu/hükümlüler, aileler, avukatlar ve cezaevinde
inceleme yapan SHP’li milletvekilleri olayların işkence boyutunda olduğunu ve
hükümet kadar savcı ve cezaevi yetkililerinin de bu olaylardan sorumlu olduğunu
vurgularken dönemin Adalet Bakanı Suat BİLGE nakillerin, cezaevlerinde devlet
otoritesinin sağlanması açısından gerekli olduğunu savunmuştur.
2. Cezaevlerinde Yönetim Standardı Yokluğu
Cezaevleri, 13.7.1965 tarihli Ceza İnfaz Kanunu’nun yanı sıra Ceza İnfaz
Kurumları ile Tevkifevlerinin Yönetimine ve Cezaların İnfazına Dair 5.7.1967 tarihli
Tüzük ve 19.12.1967 tarihli Ceza ve Tevkifevleri Yönetmeliğine dayanarak
yönetilmektedir. Pratik uygulama ise Adalet Bakanlığı Cezaevleri Genel Müdürlüğü
tarafından sıklıkla çıkarılan genelge ve protokollerle yapılmaktadır.
Düzenlemelerin genelgelerle yapılması ve bu yola sık sık başvurulması sonucunda her
cezaevinde farklı bir yönetim uygulamasının oluştuğu görülmektedir.
Farklı illerde ve farklı cezaevlerindeki uygulama farklılıklarının ciddi mevzuat
boşluğundan kaynaklandığı, genelgelerin arkasındaki siyasi irade eksikliğinin
sıkıntı yarattığı; değişik cezaevlerindeki keyfi uygulama nitelendirmelerinin,
standart konularındaki mevzuat boşluğundan oluştuğu sıklıkla dile getirilmektedir.
Kişilerin ön plana çıkması işleri daha da karıştırmakta, bir cezaevinde yasak
olan, idarecilerin kişiliğine bağlı olarak diğer cezaevlerinde serbest
olabilmektedir. Bu, gerek cezaevi yöneticileri, gerek tutuklular ve gerekse gardiyanlar
tarafından da ortaya konulan bir sorundur.
Tarihsel döneme ve yöneticilere, cezaevine ve zamana göre değişen uygulamalar,
cezaevlerindeki güvensizlik ve gerginliğin en önemli nedenleri olarak gözüktüğü
gibi “cezaevlerine hakim olma” sorunu olarak ta ortaya çıkmaktadır.
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun Ulucanlar Cezaevi Raporunda da bu
konunun üzerinde durulmaktadır. “Ankara Kapalı Ceza ve Tutukevindeki son olaylarda
tutuklu ve hükümlüler, koğuş işgali eylemlerinde, cezaevi yöneticileri ve Adalet
Bakanlığı yetkilileri ile yapılan protokolle elde ettikleri kazanımlarının
ellerinden alınmasını gerekçe göstermişlerdir. Adalet Bakanlığı yetkilileri
böyle bir protokol olmadığını iddia etseler de başta cezaevindeki savcı olmak
üzere cezaevi yöneticilerinin büyük bir bölümü ile tutuklu ve hükümlüler böyle
bir protokolün varlığından söz etmektedirler. Hatta cezaevinin gözetim ve
denetiminden sorumlu savcı ‘bu olaylara kadar sözü edilen protokol burada, savcı
odasındaydı, şimdi arıyoruz, bulamıyoruz’ ifadesini kullanmıştır. “
Raporda, şu anda cezaevleri için geçerli olan mevzuatın uygulanmasının çok zor
olduğu ve bunların bugünkü anlamıyla insan hakları ile bağdaşmadığı
yetkililerce de kabul edilmektedir. Bu nedenle özellikle terör nitelikli tutuklu ve
hükümlüler için yapılacak uygulamalar konusunda bunların temsilcileri ile bazı
anlaşmalar yapıldığı; bir yetkilinin ifadesi ile bu anlaşmaların imzalanmasında
açlık grevleri sırasındaki kamuoyu baskılarının da önemli etkisi olduğu
belirtilmektedir.
Cezaevlerinin fiziki yapısı ve yetersiz olan mevzuattan kaynaklanan sıkıntıların
giderilmesi ve hak ihlallerinin önlenmesi açısından çözüm arayıcı çabalar gibi
gözüken bu tür metinlerin, Ulucanlar olayı ve Burdur Cezaevindeki gerginlikte, sorunun
yaratıcısı sebep olarak karşımıza çıktığı saptaması da Komisyon tarafından
yapılmaktadır.
3.Cezaevlerinde Gerçekleşen Yaşam Hakkı İhlalleri, İşkence ve Kötü
muamele Olayları Etkin bir Biçimde Kovuşturulmamaktadır
Cezaevlerinde gerçekleşen ve cezaevi personeli, jandarma ya da özel güvenlik
birimlerinin karıştığı yaşam hakkı ihlalleri, işkence ve kötü muamele
fiillerinin etkin bir biçimde kovuşturulmadığı TBMM İnsan Haklarını İnceleme
Komisyonu raporlarına da yansımıştır.
3.1. Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi Raporu
Komisyon’un 1998 yılında ziyareti sırasında yaptığı ve basına yansıyan
tespitleri ihbar kabul eden Bakırköy C.Başsavcılığı 42 infaz koruma personeli
hakkında rüşvet alma, efrada fena muamele, emniyeti suistimal ve görevi ihmal
suçlarından kovuşturma yaparak 16’sı hakkında dava açmıştır. 1998 yılına ait
olan dava halen devam etmektedir.
2000 yılında yapılan ziyarette ise tutukluların şikayetlerinde azalma olmadığı;
ikinci müdürün tutuklulara yönelik olumsuz davranışlarının yoğun bir biçimde
devam etmesine rağmen özde hiçbir işlem yapılmadığı, idarenin zaaf içinde bir
görüntü sunduğu saptaması yapılmaktadır. (s.31)
3.2. Soruşturma, Kovuşturma, Yargılama, Ceza ve İnfazı Erzurum Raporu
1998 yılındaki incelemelerde 1994 yılından bu yana süre gelen kötü muamele ve
işkence, infaz koruma memurlarının ön şartlı ve ideolojik davranışları, cezaevi
içi ölümler (intihar denilen!...) oluşu gibi son derece olumsuz koşullarla ilgili
şikayetlerin 2000 yılındaki incelemelerde azalmış olduğu saptaması yapılmıştır.
(s.19)
Ancak, raporda yer alan incelemede bu olaylarla ilgili herhangi bir kovuşturma
yapıldığına dair bilgiye rastlanmamıştır.
3.3. Soruşturma, Kovuşturma, Yargılama, Ceza ve İnfazı Erzincan Raporu
Raporda geçen ciddi bir işkence iddiasının (s.5) kovuşturulduğuna ilişkin bilgiye
rastlanmamıştır.
3.4. Soruşturma, Kovuşturma, Yargılama, Ceza ve İnfazı Batman Raporu
Raporda, cezaevi içinde gerçekleşen ölüm vakalarının dikkat çekici olduğu
belirtilmektedir. Her ne kadar yöneticiler tarafından yapılan açıklamalar
“intihar” yönünde ise de Komisyon, bu ölüm olaylarına ilişkin derinlemesine bir
inceleme yapılmasını önermektedir. (s.34)
Tutuklular, duruşmalara giderken ağır düzeyde kötü muameleye maruz kaldıkları,
hatta işkence gördükleri yakınmasında bulunmaktadırlar. Hatta bu şikayetlerini
Cumhuriyet Başsavcılığına da bildirmişlerdir. (s.19) Ancak, belirtilen şikayet
dilekçelerine rağmen raporda, bunların kovuşturulduğuna dair bir bilgiye
rastlanmamıştır.
Ayrıca raporda, tutuklulardan birinin bir infaz koruma memurundan dayak yediği
saptanmış olmasına rağmen (s.16) bu olaya ilişkin olarak yapılan bir işleme de
rastlanamamıştır.
3.5. Soruşturma, Kovuşturma, Yargılama, Ceza ve İnfazı Elazığ Raporu
Komisyon’un 1998 tespitlerine göre Elazığ’da hem Çocuk Islahevinde hem de E Tipi
Kapalı Cezaevinde yaygın kötü muamele ve işkence uygulanmıştır. 2000 yılında
sorumlu kadroların değişmesine rağmen işkenceyi uygulayanların adli ve idari
tatbikat sonrası cezasız kaldıkları saptanmıştır. (s.70)
3.7. Elazığ Çocuk Islahevi Raporu
Heyet 1998 yılında Islahevini ziyarete gitmeden önce bu ziyaretin gerçekleşeceğini
haber alan cezaevi yönetimi, Islahevindeki koğuşları çocuklara, zorla ve yoğun bir
şekilde temizletme girişiminde bulunmuştur. Bu girişimin sonucunda, burada bulunan
çocukların isyan etmeleri üzerine olayla ilgili idari soruşturma açılmıştır.
İdari soruşturma çok kısa bir süre içerinde (yaklaşık 2 ay) sonuçlandırılmış,
idareye ait olan zanlıların tümünün cezasız kalmış, buna karşılık isyanda
suçlu görülen çocukların tümü cezalandırılmıştır.(s.35)
3.8.Soruşturma, Kovuşturma, Yargılama, Ceza ve İnfazı Şanlıurfa Raporu
Raporda tutukluların, cezaevi girişinde anadan doğma soyularak arandıkları, şikayet
dilekçelerinin çöpe atıldığı, aramalar sırasında yatakların maket bıçağı ile
kesildiği, kitapların bazı sayfalarının koparıldığı, duruşmaya geliş
gidişlerde ve sevklerde kendilerinden para istendiği konusundaki yakınmaları tutanak
altına alınmıştır.(s.10) Ancak rapor içeriğinde bu yakınmalara dair yapılan bir
işlem kaydına rastlanmamıştır. .
rapor ana sayfa | 1.| 2.| 3.| 4.| 5.|