"İzmir Barosu İnsan Hakları Hukuku ve Hukuk Araştırmaları Merkezi" F tipi cezaevleri raporu kasım 2000

rapor ana sayfa | 1.| 2.| 3.| 4.| 5.|


BİRİNCİ BÖLÜM

GENEL OLARAK CEZAEVLERİ


I- F TİPİ CEZAEVLERİ

Suçluları kapalı bir yerde tutma uygulaması, neredeyse tarihin ilk yıllarına kadar dayanmaktadır. İlk olarak İbranilerde görülen kapalı yerde tutma, Eski Yunan'da, Roma'da ve İslamın ilk dönemlerinde, sanıkların yargılama süreci ile asıl cezanın infazını beklerken konuldukları yerler olarak kullanılmıştır. Bu uygulamalarda genel olarak amaç, kapalı tutma yolu ile suçlunun cezalandırılması değildir.
Zamanla hapsetmek, yalnızca yargılama sürecini bekleyen sanıkların alıkonması için bir yöntem olmaktan çıkıp, mahkumlara uygulanan bir ceza uygulaması haline gelmiştir. Bu anlamdaki ilk cezaevleri 1557'de Londra, 1596'da Amsterdam'da yapılmıştır. Bu cezaevleri yaş, cinsiyet vb. ayrımlara göre düzenlenmemiştir, sıkı bir disiplin ve ağır bir çalışma ön plandadır.
"Modern" anlamda yapılan ilk cezaevi, ABD'nin Philadelphia Eyaletinde 1790'da kurulan Walnut Cezaevi’dir. Bu cezaevinde bulunan hükümlüler, öncekilerden farklı olarak, cinsiyetlerine ve işledikleri suçun derecesine göre ayrıma tabi tutulmuşlardır ancak ağır çalışma uygulaması, bir ıslah etme yöntemi olarak devam etmiştir.
18.Yüzyılda, ilk "modern" cezaevlerinin kuruluşuyla birlikte hapishanelerin ve ceza infaz sisteminin nasıl olacağı tartışmaları da başlamıştır.
Bu tartışmalar sonucu oluşan ilk ilke "soyutlama"dır. Bu ilkeye göre mahkumlar, sadece dış dünyadan değil, yasa ihlalini teşvik etmiş olan her şeyden ve hatta bu ihlali kolaylaştırmış olan suç ortaklarından bile soyutlanmalıdır. Ceza, yalnızca bireysel değil, bireyselleştirici de olmalıdır.
Soyutlama ilkesi üzerine yapılan tartışmalar pratikte iki ayrı uygulamaya neden olmuştur. Birincisi "mutlak soyutlama”dır (Philedelphia Sistemi). Bu anlayışa göre mahkum, tek başına hücrede bırakılarak kendisini çevreleyen dünyanın sessizliği içinde vicdanına doğru inecek, kendini sorgulayacak ve insanın kalbinde hiç bir zaman tamamen yok olmayan ahlaki duyguların etkisiyle doğru yolu bulacaktır. Mutlak soyutlama uygulamasında mahkumlar, gündüz saatlerinde çalıştırılırken dahi tek başlarına el işlerinde çalışır, görevliler ve arada sırada gelen ziyaretçiler dışında kimseyi görmezlerdi.
Diğer sistem ise "kısmi soyutlama"dır (Auburn Sistemi). Bu uygulama, mahkumların sadece geceleri hücrelerinde kalması, gündüzleri ise diğerleriyle birlikte ortak atölyelerde çalışması sistemine dayanmaktadır. Ancak, bu uygulamada mahkumlar, çalışırken birbirleriyle konuşamıyordu ve 'mutlak sessizlik" ilkesi uygulanmaktaydı. Bu sessiz çalışma uygulamasına 'sessiz sistem' de denmektedir.
Aslında soyutlamaya dayalı hücre uygulamasının ilk kuramcısı 17.yüzyılda yaşamış olan Bentham'dır. Bentham tarafından tasarlanan ve Panopticon olarak adlandırılan cezaevi modeli, mahkumların tek kişilik hücrelere konularak etkin biçimde gözlenmesine dayanmaktadır. Tasarlanan bu cezaevinin yapısını temel olarak, ortada bulunan bir kulenin etrafını çeviren halka şeklinde bir bina oluşturmaktadır. Binanın içi hücrelere bölünmüştür ve her biri binanın tüm kalınlığını kat eden hücrelerde hem dışarı ve hem de kuleye bakan pencereler bulunmaktadır. İki taraflı pencere yapısı ışığın hücreye girmesini ve merkezi kulede bulunan kişinin, hücrede bulunan tutuklunun siluetinin rahatça görülmesini ve dolayısıyla denetlenmesini sağlamaktadır. Hücrelerde tutulan kişilerin de birbirini görmesini engelleyerek tam soyutlama koşullarını oluşturan bu cezaevi tasarımı o dönemde kabul görmese de hücre sisteminin temelini oluşturmaktadır.
Tam soyutlama ve kısmi soyutlama anlayışlarının yanı sıra bir üçüncü yaklaşım olarak "dereceli, gelişmeci sistem" (İrlanda Sistemi) geliştirilmiştir. Bu sistemin esası, başlangıçta ceza infaz rejimini şiddetli olarak uygulayıp, mahkumun cezaevinden çıkması yaklaştıkça ve iyi hal göstermeye devam ettikçe rejimin yumuşatılması ve sonunda, mahkumun şartla tahliye edilmesidir. Cezanın infazına, mahkumun gece gündüz bir hücrede kapatılmasıyla başlanır ancak mahkumun bulundurulacağı hücre, disiplin cezası amacıyla kullanılan hücrelerden farklı ve bütün sağlık şartlarına uygun olmak zorundadır.
Hücre sisteminin en acımasızca uygulandığı yerler 2.Dünya Savaşında Nazi Kamplarıdır. Latin Amerika ülkeleri ile Kore ve Vietnam Savaşları sırasındaki uygulamalar da başlıca örnekleri oluşturur.
Süreç içerisinde yapılan çeşitli tartışma ve eleştirilerden sonra, cezanın amacı ve hürriyeti bağlayıcı cezaların uygulanması konusunda değişimler olmuştur. Tutuklu/hükümlülerin, geceleri bir “oda”da, bireysel yaşama saygı çerçevesinde tek başlarına kalmaları ve gündüzleri de diğer tutuklu/hükümlülerle, değişik biçimlerde bir araya gelmeleri anlayışı öne çıkmıştır.

Güvenlik gerekçeleriyle mahkumların geceleri bir hücrede tecrit edilmesi koşullarında dahi gündüzleri, tutuklu/hükümlülerin sosyal yaşamları ve işlerinin mümkün olduğu kadar özgür insanların sosyal yaşamları ve işleri gibi organize edilmek zorunda olduğu kabul edilmektedir. Hatta, bununla da yetinilmeyip, çağdaş ceza infaz anlayışında mahkumların belirli bir ölçüde cezaevi idaresine katılmaları dahi öngörülmektedir.
Bu anlayışın sonucunda hücre uygulaması asıl olarak; 1) cezaevine yeni gelen mahkumun kısa bir süre için müşahede amacıyla tutulması ve 2) yine kısa süreli uygulanmak koşuluyla disiplin cezası biçiminde öngörülmüştür.
Bu gelişmelere karşın, bu gün başta Amerika, Almanya ve İngiltere olmak üzere bazı ülkelerde hücre sistemi uygulaması, "H tipi", "güvenlik tipi", "maksimum güvenlikli" gibi isimler altında uygulanmakta ise de bu cezaevleri, özellikle Birleşmiş Milletler ve bağımsız insan hakları örgütlerinin yoğun eleştiri ve uyarılarına neden olmaktadır.
Örneğin, 1996'da BM İşkence Özel Raportörü, Oklahoma'da ağır suçlardan mahkûm olanların kaldığı "H Tipi" ve Pelican Bay "Güvenlik Ev Tipi" Cezaevlerine yaptığı ziyaret sonunda hazırladığı raporda, bu hapishanedeki koşulları insanlık dışı olarak nitelemiştir. Böylesi cezaevlerinde mahkûmlar, tek kişilik 7.5 m²'den küçük, doğal ışık almayan odalarda 22-24 saat kalmakta; burada uyumakta, yemek yemekte, tuvalet ihtiyacını gidermektedirler. Ayrıca bir güvenlik kamerası tarafından sürekli olarak izlenmektedirler. 1995'de BM İnsan Hakları Komisyonu, "Maksimum Güvenlik" hapishanelerinin uluslararası standartları karşılamadığını bildirmiştir. Uluslararası Af Örgütü de, 1998 yılı sonlarında yayınladığı bir raporda, ABD hapishanelerinin uluslararası standartları karşılamakta yetersiz kaldığını açıklamıştır.
“Maksimum güvenlikli bölümler ya da kurumlar” olarak anılan ve “tehlikeli suçluların” barındırıldığı cezaevleri, Avrupa Konseyi’ne üye devletler arasında, 70’li yılların başında kurulmaya başlamıştır. Ancak, uygulamanın tutuklu/hükümlüler üzerinde yarattığı etkiler nedeniyle, sistemi benimsemiş ülkelerden bir kısmı bu cezaevlerini kapatmaya başlamıştır. Bu cezaevi sistemlerinin yerine uygulanan yöntemlerin geçmişi bilimsel veriler sunacak kadar eski olmamakla birlikte oldukça başarılı sonuçlar alındığı belirtilmektedir.
Tarihsel süreç içinde insan hakları mücadeleleri, uluslararası toplumu temel insan hakları metinleri oluşturmaya zorlamıştır. İkinci Dünya Savaşının zor yıllarından sonra 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler Örgütü, dünyadaki herkese yönelik bir temel haklar listesi içeren Evrensel İnsan Hakları Bildirgesini 1948 yılında kabul etmiştir. Bu temel belgeyi, 1966 yılında düzenlenen Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar ile Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmeleri izlemiştir. Özel olarak cezaevlerine ilişkin düzenlemeler içermemekle birlikte, insan onur ve saygınlığının sonucu olan temel hak ve özgürlüklerin, insan kişiliğinin ayrılmaz parçası olduğundan yola çıkan bu Sözleşmelerin yanı sıra İşkence ve Başka Zalimce, İnsanlık dışı ve Onur kırıcı Davranış ya da Cezaya Karşı Sözleşme (1984) de temel belgelerden bir diğeridir.
Birleşmiş Milletler Örgütü’nün tutulanlara ilişkin olarak düzenlemiş olduğu Hükümlü ve Tutukluların Tretmanı Hakkındaki Standart Asgari Kurallar (1955), Herhangi Bir Biçimde Tutulan ya da Hapsedilen Kişilerin Korunması İçin Prensipler Bütünü (1988), Tutulanlara Uygulanacak Temel Davranış İlkeleri (1990) bütünsel bir koruma sağlamaktadır. Ayrıca, Yasa Uygulayan Görevlilerin Davranış Kuralları (1979), Yasa Uygulayıcılarının Silah ve Güç Kullanımına İlişkin Temel İlkeler (1990), Sağlık Personelinin Rolüne İlişkin Tıbbi Ahlak İlkeleri (1982) de Birleşmiş Milletler metinleri arasındadır.
Avrupa Konseyi belgeleri ise İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesi (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) (1950) ve ek protokolleri başta olmak üzere Hükümlü Kişilerin Transferi Sözleşmesi (1983), Tutukluların İnsanlık dışı ve Onur kırıcı Davranış ya da Cezaya Karşı Korunmasına ilişkin 97(1983) nolu Parlamenterler Asamblesi tavsiye kararının yanı sıra Bakanlar Komitesi’nin;
·    Hükümlü ve Tutukluların Tretmanı Hakkındaki Standart Kurallar (73)5 nolu kararı*, (bu belge yapılan çalışmalar sonucunda 1987 yılında, Avrupa Cezaevi Kuralları olarak yayınlanmıştır),
·    Tehlikeli Tutukluların Gözaltı/Tutukluluk Durumları ile Tretmanlarına ilişkin (82)17 nolu tavsiye kararı,
·    Cezaevinde Çalışmaya ilişkin (75)25 nolu kararı,
·    Tutukluların Seçimlerle, Sivil ve Sosyal Haklarıyla ilgili (62)2 nolu kararı,
·    Cezaevinden Çıkanlarla ilgili (82)16 nolu tavsiye kararı,
·    Hükümlülerin Transferi Sözleşmesine Dair Üye Devletlere Bilgi Verilmesine ilişkin (84)11 nolu tavsiye kararı,
·    Kalabalık Cezaevleri ve Cezaevi Nüfusunda Enflasyon ile ilgili (99)22 nolu tavsiye kararı sayılabilir.

II- TÜRKİYE’DE CEZAEVLERİ

Osmanlı döneminde hapishane olarak genellikle kale burçları kullanılmıştır. Bu yerlere Farsça'da "karanlık, sıkıntı verici yer" anlamına gelen "zindan" adı verilmiştir. Cumhuriyetle birlikte, modern anlamda cezaevi binalarının yapılmasına geçilmiştir. Daha çok koğuş sistemine dayalı bu cezaevlerinde hücre, TCK 73.maddesinde yer alan ve bir mahkeme tarafından verilen hücre hapsi dışında, modern ceza infaz anlayışına uygun bir biçimde, "disiplin uygulaması" olarak düzenlenmiştir.
Ancak, 12 Eylül askeri darbesi sonrasında Diyarbakır ve Mamak Askeri Cezaevleri örneklerinde olduğu gibi pratikte zaman zaman disiplin cezasını aşan hücre cezası uygulamaları da görülmüştür. Hücre cezasının halen ve ciddi bir biçimde, disiplin cezasının amacını aşan tarzda uygulandığı saptanan yerlerden biri Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevidir. 26 Eylül 1999 tarihinde Ulucanlar Cezaevi’nde gerçekleşen ve 10 tutuklu/hükümlünün ölümü ile sonuçlanan operasyon sonrasında, aralarında ağır yaralıların bulunduğu bir grup tutuklu/hükümlünün hücrelere kapatıldığı da anımsanmalıdır.

Hücre tipi cezaevlerinin ilk örnekleri 80'li yıllarda inşa edilerek kullanılan Gaziantep ve Eskişehir cezaevleridir. Kartal F Tipi Cezaevi ise hücre tipi cezaevinin son örneği olarak 1999 yılında kullanıma açılmıştır.
Türkiye’de şu anda 557 cezaevi bulunmaktadır ve bu cezaevlerinin kapasitesi 73 bin kişiliktir. Halihazırda cezaevlerinde tutuklu veya hükümlü olarak kalanların sayısı 72 bindir. Bu sayının 11 binini terör suçlamasıyla, 2 bin kadarını da mafya (çete) suçlamasıyla kalanlar oluşturmaktadır. Yani, şu anda F tipi uygulaması ile karşı karşıya kalacak olan toplam tutuklu/hükümlü sayısı 13 bin olarak gözükmektedir.
Şu anda Türkiye’de; A, B ve C tipi cezaevlerinin yanı sıra K tipi cezaevleri, özel tip ve E tipi cezaevleri bulunmaktadır. Bunların dışında 350 kişilik cezaevi tipi ile birlikte 500 kişilik cezaevi tipi de vardır. 500 kişilik cezaevlerinin ilk örneğini oluşturan Kartal F Tipi Cezaevi, F tipi cezaevleri tartışmasının konusunu oluşturan ilk uygulamadır.
Sincan, Tekirdağ, Adana, Bolu’da ikişer adet, Edirne, İzmir ve Kocaeli’de de birer adet yapımı sümekte olan F tipi cezaevleri ise yüksek güvenlikli cezaevleri olarak tanımlanmakta ve bu cezaevleri için yeni bir cezaevi rejimi öngörülmektedir. Her birinin yaklaşık olarak 370 mahkum alması planlanan bu cezaevleri tamamlandığında yaklaşık olarak 4103 mahkumun barınmasını sağlayacaktır.
Ayrıca mevcut cezaevlerinden bazılarının yapım modelleri de yeniden düzenlenmekte ve Eskişehir, Afyon, Burdur, Amasya, Nevşehir, Niğde cezaevlerinde değişiklikler yapılırken, Elbistan, Ceyhan, Yozgat ve Çankırı Cezaevlerinde de koğuşların bölünüp küçültülmesi amaçlı inşaat çalışmaları sürmektedir.

III- CEZAEVLERİNDE SON 20 YILLIK UYGULAMALAR

Türkiye’de 1980 yılından bu yana cezaevlerinde ciddi sorunlar yaşanmış ve yaşanmaktadır. Devletin, tutuklu/hükümlülerin mal ve can güvenliklerini korumakla yükümlü olduğu halde, yapılan operasyonlar sonucunda pek çok tutuklu/hükümlünün ölmesi, kamuoyunda bu ölümlerden devlet görevlilerinin sorumlu olduğu kanısını oluşturmuştur. Tutuklu/hükümlülerin bir kısmı, devletin cezaevleri politikalarına karşı geliştirdikleri açlık grevleri eylemlerinde yaşamlarını yitirmişlerdir. Tüm olaylarda yaralanan tutuklu ve hükümlüler ile sürekli hastalığa sahip olanların tedavileri yaptırılmamakta; sağlık güvenceleri doğrudan devlete bağlı olan bu kişiler bu nedenle de yaşamlarını yitirmektedirler. Bu süreçte, sorumlular hakkında açılan soruşturmalar takipsizlikle sonuçlanmakta ya da açılan davalar sonucunda beraat kararları verilmektedir. Dolayısıyla, tutuklu/hükümlülere karşı geliştirilen davranışlar bir devlet politikası olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle de tutuklu/hükümlüler kendileri ve aileler ise çocukları/yakınları için can güvenliği kaygısını doğal olarak duymaktadır.
Cezaevlerinde yapılan açlık grevleri, bunların sonucunda meydana gelen kalıcı hastalıklar, operasyonlar ve başkaca nedenlerle pek çok tutuklu/hükümlü yaşamını yitirmiştir. 1981 yılından bu yana cezaevlerinde meydana gelmiş ve saptanabilmiş 243 ölüm vakasıyla ilgili aşağıdaki istatistiklere bakmakta yarar vardır;

1.    Cezaevlerinde Ölümler ve Yaralamalar

1.1 Açlık Grevleri/Ölüm Oruçlarında Ölenler

(Bu çizelgeye tüm açlık grevlerinin dökümünü, sayı çok fazla olması nedeniyle almak mümkün olmamıştır.)

YIL CEZAEVİ GÜN  ÖLENLER
1981 METRİS 18  
DİYARBAKIR     1
1982 METRİS 28  
DİYARBAKIR   4
1983 METRİS-SAĞMALCILAR 26  
1984 METRİS-SAĞMALCILAR 75 4
DİYARBAKIR 54 2
MAMAK 44  
1987 ÇOK SAYIDA CEZAEVİ 41  
1988 DİYARBAKIR   1
1989  ÇOK SAYIDA CEZAEVİ 52 35.günde Aydın’a sevk sırasında 2 kişi
1993 MUŞ   1
1994  YOZGAT 40  
ELAZIĞ 44  
1995 BUCA 46  
YOZGAT 48 1
AMASYA   1
KONYA 36  
DİYARBAKIR 50  
1996 52 CEZAEVİ 69 12
1998 ERZURUM 55  
TOPLAM 29


 

   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


1.2. Ayrıca farklı cezaevlerinde tedavisi ya da sevkleri yapılmadığı için ya da intihar ettiği belirtilen veya diğer nedenlerle yaşamını yitirdiği saptanabilen kişilerin yıllara göre sayısı şöyledir;
1981 yılında 9, 1982 yılında 17, 1983 yılında 8, 1984 yılında 14,1985 yılında 8, 1986 yılında 12, 1987 yılında 3, 1988 yılında 1, 1989 yılında 3 kişi, 1990 yılında 5 kişi, 1991 yılında 2 kişi, 1993 yılında 2 kişi, 1994 yılında 20 kişi, 1995 yılında 10 kişi, 1996 yılında 7 kişi, 1997 yılında 38 kişi, 1998 yılında 28 kişi. (1999 ve 2000 yıllarına ilişkin bir döküme ulaşılamamıştır.)
1.3. Operasyonlar Sırasında Ölenler ve Yaralananlar
Cezaevlerinde, devletin pasif tutumu nedeniyle meydana gelen ölümlerin yanında 1994 yılından sonra, şiddet düzeyi gittikçe artan ve toplu katliam boyutuna ulaşan fiili güç kullanımlarına tanık oluyoruz. Operasyonlar sırasında son 5 yılda ölenlerin sayısı 27 ve saptanabilen yaralananların sayısı da 265’tir.

YIL CEZAEVİ ÖLENLER YARALANANLAR
1995  Buca  3 23’ü ağır, 56 yaralı
Ümraniye   3’ü ağır, 36 yaralı
1996  Ümraniye 4 36 yaralı
Diyarbakır  10 10’u ağır, 46 yaralı
1999 Ulucanlar 10 30 yaralı
2000 Burdur    61 yaralı
TOPLAM 27 ÖLÜM  265 YARALI

 

 

 

 

 

 

 

Operasyonlar nedeniyle gerçekleşen ölümlerle ilgili olarak resmi kaynaklı açıklamalar, tutuklu/ hükümlülerin isyan başlattığı, görevlilerin de isyanı bastırmak üzere yasalar çerçevesinde güç kullandığı yönündedir.
Bu tür vakalara ilişkin resmi açıklamalar genel olarak bu yönde iken operasyonlar sonrasında tutuklu/hükümlülerin, bunların ailelerinin ve avukatlarının yaptıkları açıklamalar ise resmi kanallardan yapılan açıklamaların sorgulanmasına neden olmaktadır.
Bu durum Ulucanlar Cezaevinde 10 hükümlünün ölümüyle sonuçlanan operasyonla ilgili olarak ta tekrarlanmıştır. Resmi kaynaklar olayı isyan olarak açıklamış, tutuklu/hükümlüler, aileleri ve avukatları ise olayın bir katliam olduğunu belirtmişlerdir. Resmi kaynaklar tarafından yapılan bu açıklamalar ve olayla ilgili ayrıntılar, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu tarafından yapılan araştırmalar sonucunda düzenlenen raporla da ciddi bir sorgulamaya tabi tutulmuştur. Raporda dikkat çeken tespitler şunlardır;
·    Yetkililer, olayların nedenini “isyan” olarak açıklarken Komisyon, 26 Eylül tarihinde yaşanan olaylara, koğuş sorunu gibi sorunlara yeterli hassasiyet gösterilmemesi nedeniyle zamanında sonuca bağlanmamış olmasının yol açtığı kanısında olduklarını belirtmektedir.
·    Raporda, “cesetlerde ve yaralılardaki darp izlerinin olaylar sırasındaki arbedede olacak şekilde görünmediği” belirtilmektedir. Ayrıca Komisyon tarafından, olaya ilişkin Adli Tıp Kurumu raporlarının, daha sonra başkaca adli tıp uzmanlarına yaptırılan incelemesinde; “... özellikle kişilerde saptanan bulguların genel olarak tıbbi açıdan uluslararası ve ulusal belgelerde ‘işkence’ ve ‘öldürme amaçlı fiiller’ şeklinde tanımlanan olgu türleri ile uyumlu oldukları” saptaması yapılmaktadır.
·    26 Haziran 2000 tarihli Radikal Gazetesi’nde yayınlanan ve Neşe DÜZEL tarafından ile yapılan röportajda Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Ali Suat ERTOSUN, Ulucanlar’da tünel kazılmaya başlandıktan sonra Devletin operasyon yaptığını, içeriden lav silahlarıyla ateş açılmasaydı bu insanların öldürülmeyeceğini, devletin otoriteyi sağlamak zorunda olduğunu belirtmiştir. Oysa ki Komisyon, olayların cereyan ettiği koğuşlarda yaptığı incelemede yoğun çatışma izlerine rastlamadığını belirtmektedir. “Tutukluların tüpleri lav silahı olarak kullandıkları ve güvenlik güçlerinin kapılardan girmesini engelledikleri söylenmektedir. Ancak kapılarda ciddi bir alev-yanık izine rastlanmamıştır.”
·    Komisyon, “cezaevlerinde bir otorite zafiyetinden çok, otoritenin yanlış kullanılması sorununun bulunduğunu düşünmekte”. “26 Eylül 1999 tarihinde Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde yaşanan 10 kişinin ölümü ve 40’a yakın kişinin yaralanması ile sonuçlanan olayların altında ‘devlet otoritesinin tesis edilmesi” amacı” olduğunu belirtmektedir.
Devlet otoritesinin tesisi anlayışı ve buna ilişkin uygulamalar yıllar içinde değişmemiş gözükmektedir. Eskişehir Özel Tip (Hücre Tipi) Cezaevine 1991 yılında yapılan nakiller sırasında tutuklu/hükümlüler, aileler, avukatlar ve cezaevinde inceleme yapan SHP’li milletvekilleri olayların işkence boyutunda olduğunu ve hükümet kadar savcı ve cezaevi yetkililerinin de bu olaylardan sorumlu olduğunu vurgularken dönemin Adalet Bakanı Suat BİLGE nakillerin, cezaevlerinde devlet otoritesinin sağlanması açısından gerekli olduğunu savunmuştur.

2. Cezaevlerinde Yönetim Standardı Yokluğu
Cezaevleri, 13.7.1965 tarihli Ceza İnfaz Kanunu’nun yanı sıra Ceza İnfaz Kurumları ile Tevkifevlerinin Yönetimine ve Cezaların İnfazına Dair 5.7.1967 tarihli Tüzük ve 19.12.1967 tarihli Ceza ve Tevkifevleri Yönetmeliğine dayanarak yönetilmektedir. Pratik uygulama ise Adalet Bakanlığı Cezaevleri Genel Müdürlüğü tarafından sıklıkla çıkarılan genelge ve protokollerle yapılmaktadır. Düzenlemelerin genelgelerle yapılması ve bu yola sık sık başvurulması sonucunda her cezaevinde farklı bir yönetim uygulamasının oluştuğu görülmektedir.
Farklı illerde ve farklı cezaevlerindeki uygulama farklılıklarının ciddi mevzuat boşluğundan kaynaklandığı, genelgelerin arkasındaki siyasi irade eksikliğinin sıkıntı yarattığı; değişik cezaevlerindeki keyfi uygulama nitelendirmelerinin, standart konularındaki mevzuat boşluğundan oluştuğu sıklıkla dile getirilmektedir. Kişilerin ön plana çıkması işleri daha da karıştırmakta, bir cezaevinde yasak olan, idarecilerin kişiliğine bağlı olarak diğer cezaevlerinde serbest olabilmektedir. Bu, gerek cezaevi yöneticileri, gerek tutuklular ve gerekse gardiyanlar tarafından da ortaya konulan bir sorundur.
Tarihsel döneme ve yöneticilere, cezaevine ve zamana göre değişen uygulamalar, cezaevlerindeki güvensizlik ve gerginliğin en önemli nedenleri olarak gözüktüğü gibi “cezaevlerine hakim olma” sorunu olarak ta ortaya çıkmaktadır.
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun Ulucanlar Cezaevi Raporunda da bu konunun üzerinde durulmaktadır. “Ankara Kapalı Ceza ve Tutukevindeki son olaylarda tutuklu ve hükümlüler, koğuş işgali eylemlerinde, cezaevi yöneticileri ve Adalet Bakanlığı yetkilileri ile yapılan protokolle elde ettikleri kazanımlarının ellerinden alınmasını gerekçe göstermişlerdir. Adalet Bakanlığı yetkilileri böyle bir protokol olmadığını iddia etseler de başta cezaevindeki savcı olmak üzere cezaevi yöneticilerinin büyük bir bölümü ile tutuklu ve hükümlüler böyle bir protokolün varlığından söz etmektedirler. Hatta cezaevinin gözetim ve denetiminden sorumlu savcı ‘bu olaylara kadar sözü edilen protokol burada, savcı odasındaydı, şimdi arıyoruz, bulamıyoruz’ ifadesini kullanmıştır. “
Raporda, şu anda cezaevleri için geçerli olan mevzuatın uygulanmasının çok zor olduğu ve bunların bugünkü anlamıyla insan hakları ile bağdaşmadığı yetkililerce de kabul edilmektedir. Bu nedenle özellikle terör nitelikli tutuklu ve hükümlüler için yapılacak uygulamalar konusunda bunların temsilcileri ile bazı anlaşmalar yapıldığı; bir yetkilinin ifadesi ile bu anlaşmaların imzalanmasında açlık grevleri sırasındaki kamuoyu baskılarının da önemli etkisi olduğu belirtilmektedir.
Cezaevlerinin fiziki yapısı ve yetersiz olan mevzuattan kaynaklanan sıkıntıların giderilmesi ve hak ihlallerinin önlenmesi açısından çözüm arayıcı çabalar gibi gözüken bu tür metinlerin, Ulucanlar olayı ve Burdur Cezaevindeki gerginlikte, sorunun yaratıcısı sebep olarak karşımıza çıktığı saptaması da Komisyon tarafından yapılmaktadır.

3.Cezaevlerinde Gerçekleşen Yaşam Hakkı İhlalleri, İşkence ve Kötü muamele Olayları Etkin bir Biçimde Kovuşturulmamaktadır
Cezaevlerinde gerçekleşen ve cezaevi personeli, jandarma ya da özel güvenlik birimlerinin karıştığı yaşam hakkı ihlalleri, işkence ve kötü muamele fiillerinin etkin bir biçimde kovuşturulmadığı TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu raporlarına da yansımıştır.
3.1. Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi Raporu
Komisyon’un 1998 yılında ziyareti sırasında yaptığı ve basına yansıyan tespitleri ihbar kabul eden Bakırköy C.Başsavcılığı 42 infaz koruma personeli hakkında rüşvet alma, efrada fena muamele, emniyeti suistimal ve görevi ihmal suçlarından kovuşturma yaparak 16’sı hakkında dava açmıştır. 1998 yılına ait olan dava halen devam etmektedir.
2000 yılında yapılan ziyarette ise tutukluların şikayetlerinde azalma olmadığı; ikinci müdürün tutuklulara yönelik olumsuz davranışlarının yoğun bir biçimde devam etmesine rağmen özde hiçbir işlem yapılmadığı, idarenin zaaf içinde bir görüntü sunduğu saptaması yapılmaktadır. (s.31)
3.2. Soruşturma, Kovuşturma, Yargılama, Ceza ve İnfazı Erzurum Raporu
1998 yılındaki incelemelerde 1994 yılından bu yana süre gelen kötü muamele ve işkence, infaz koruma memurlarının ön şartlı ve ideolojik davranışları, cezaevi içi ölümler (intihar denilen!...) oluşu gibi son derece olumsuz koşullarla ilgili şikayetlerin 2000 yılındaki incelemelerde azalmış olduğu saptaması yapılmıştır. (s.19)
Ancak, raporda yer alan incelemede bu olaylarla ilgili herhangi bir kovuşturma yapıldığına dair bilgiye rastlanmamıştır.
3.3. Soruşturma, Kovuşturma, Yargılama, Ceza ve İnfazı Erzincan Raporu
Raporda geçen ciddi bir işkence iddiasının (s.5) kovuşturulduğuna ilişkin bilgiye rastlanmamıştır.
3.4. Soruşturma, Kovuşturma, Yargılama, Ceza ve İnfazı Batman Raporu
Raporda, cezaevi içinde gerçekleşen ölüm vakalarının dikkat çekici olduğu belirtilmektedir. Her ne kadar yöneticiler tarafından yapılan açıklamalar “intihar” yönünde ise de Komisyon, bu ölüm olaylarına ilişkin derinlemesine bir inceleme yapılmasını önermektedir. (s.34)
Tutuklular, duruşmalara giderken ağır düzeyde kötü muameleye maruz kaldıkları, hatta işkence gördükleri yakınmasında bulunmaktadırlar. Hatta bu şikayetlerini Cumhuriyet Başsavcılığına da bildirmişlerdir. (s.19) Ancak, belirtilen şikayet dilekçelerine rağmen raporda, bunların kovuşturulduğuna dair bir bilgiye rastlanmamıştır.
Ayrıca raporda, tutuklulardan birinin bir infaz koruma memurundan dayak yediği saptanmış olmasına rağmen (s.16) bu olaya ilişkin olarak yapılan bir işleme de rastlanamamıştır.
3.5. Soruşturma, Kovuşturma, Yargılama, Ceza ve İnfazı Elazığ Raporu
Komisyon’un 1998 tespitlerine göre Elazığ’da hem Çocuk Islahevinde hem de E Tipi Kapalı Cezaevinde yaygın kötü muamele ve işkence uygulanmıştır. 2000 yılında sorumlu kadroların değişmesine rağmen işkenceyi uygulayanların adli ve idari tatbikat sonrası cezasız kaldıkları saptanmıştır. (s.70)
3.7. Elazığ Çocuk Islahevi Raporu
Heyet 1998 yılında Islahevini ziyarete gitmeden önce bu ziyaretin gerçekleşeceğini haber alan cezaevi yönetimi, Islahevindeki koğuşları çocuklara, zorla ve yoğun bir şekilde temizletme girişiminde bulunmuştur. Bu girişimin sonucunda, burada bulunan çocukların isyan etmeleri üzerine olayla ilgili idari soruşturma açılmıştır. İdari soruşturma çok kısa bir süre içerinde (yaklaşık 2 ay) sonuçlandırılmış, idareye ait olan zanlıların tümünün cezasız kalmış, buna karşılık isyanda suçlu görülen çocukların tümü cezalandırılmıştır.(s.35)
3.8.Soruşturma, Kovuşturma, Yargılama, Ceza ve İnfazı Şanlıurfa Raporu
Raporda tutukluların, cezaevi girişinde anadan doğma soyularak arandıkları, şikayet dilekçelerinin çöpe atıldığı, aramalar sırasında yatakların maket bıçağı ile kesildiği, kitapların bazı sayfalarının koparıldığı, duruşmaya geliş gidişlerde ve sevklerde kendilerinden para istendiği konusundaki yakınmaları tutanak altına alınmıştır.(s.10) Ancak rapor içeriğinde bu yakınmalara dair yapılan bir işlem kaydına rastlanmamıştır. .


rapor ana sayfa | 1.| 2.| 3.| 4.| 5.|