Tutuklu Aileleri Bülteni 03 mart 2000 tarihli sayısından alınmıştır.
http://www.hucre-iskencedir.com


TUTUKLULARA DAHA DÜZENLİ VE ETKİLİ SALDIRI İÇİN "PROTOKOL"

Bilindiği gibi 6 Ocak 2000 tarihinde Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, Sağlık Bakanı Osman Durmuş ve Jandarma Genel Komutanlığı arasında bir protokol imzalanmıştır.
Bu protokol başından sonuna kadar tutuklulara, ailelerine ve avukatlara yönelik hak gaspları ile doludur.
Söz konusu protokolün görünen amacı şudur;
“MADDE 2: Bu protokolün amacı, ceza infaz kurumları ile tutukevlerindeki yönetim, dış koruma ve sağlık hizmetlerinin Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıklarının işbirliğiyle daha düzenli ve etkili bir şekilde yürütülmesini sağlamaktır...”
Bu maddenin Türkçe’si hapishanelerde yeni bir saldırı ve hak gaspları sürecinin başlatılması demektir ki çok geçmeden protokolün etkileri görülmeye başlanmıştır.

SAVUNMA HAKKININ GASPEDİLMESİ VE AVUKATLARA POTANSİYEL SUÇLU MUAMELESİ

Saldırı protokolünün hedefleri arasında avukatlar ilk sırayı aldılar. Haftasına kalmadan hapishanelere giremez oldular. Potansiyel suçlu muamelesi yapılarak savunma hakkının dokunulmazlığının ortadan kaldırıldığı bir saldırı ile karşılaştılar. Ya meslek ahlakı ve onurunu ayaklar altına almayı amaçlayan bu saldırıya boyun eğecekler yada karşı çıkacaklardı. Meslek ahlakı ve onuruna sahip çıkan avukatlar ile kimi Barolar bu uygulamaya karşı çıktılar.

Saldırı protokol’üne göre;
“MADDE 5: Mülki amir, Cumhuriyet Başsavcıları, Cumhuriyet Savcıları, Hakimler ve bu sınıftan sayılanlar, kontrolörler ile kurum müdürü hariç,...”

“MADDE 6: (...) hükümlü ve tutuklu avukatları, duyarlı geçitten geçirilecek, ayrıca bu geçit ile idare binası arasında cezaevi müdürünün görevlendireceği bir memur tarafından üzerleri, çanta ve eşyaları elle kontrol edilmek suretiyle ikinci bir fiziki aramaya tabi tutulacaktır. Bu aramaya, Adalet Bakanlığınca atamaya tabi görevlilerden birisi ile rütbeli bir jandarma personeli nezaret edecektir...” (...)
Bu evrak ve belgeler suç teşkil etmedikleri ve yalnız savunma ve yargılama ile ilgili olduklarının tespiti halinde, savunma hakkını kısıtlamamak için en seri şekilde ilgilisine iade edilecektir.”
Yukarıdaki uygulama neden kararlaştırılmıştır?

-Eğer hapishanelerdeki kontra, mafyacı, çete artıklarının sahip olduğu silah, uyuşturucu, telefon vb. gibi malzemelerin içeri girmesinin engellenmesi amaçlandıysa bunları getirenlerin, daha doğrusu ticaretini yapanların bizzat “aramadan hariç” tutulan askeri ve sivil resmi yetkililer olduğu bilinmektedir. Bu durum öyle ifrat noktasına varmıştır ki, Ümraniye Hapishanesi savcılığını yürüten Ertaç Giray, dolandırıcı Banker Bako’yu usulsüz tarzda tahliye etmiş, dahası evinde saklamış ve birlikte dolandırıcılıklar yaptıkları sabittir. Bir çok hapishanede mafyacı, çete artıklarına uyuşturucu, fahişe, silah vb. sağlayanların kimler olduğu açıktır. Ancak bu uygulama ile avukatlar “suçlu” sayılmaktadır. Kuşkusuz “suçlu” sayılanlar, bir yerde tüm avukatlar da olmayıp, daha çok devrimci tutukluların davalarına giren, meslek ahlakı ve onuruna sahip çıkan hukukçulardır. Bu uygulama ile devrimci tutukluların savunma hakkı gasp edilmek istenmektedir. Yoksa İlhami Yelekçi gibi işkenceci “avukatlarına” yönelik bir uygulama değildir bu.
Yine bu uygulamaya göre avukat ile tutuklu arasındaki savunmanın gizliliği ilkesi yok edilmek istenmektedir. Avukatların belge ve dava dosyalarına el konularak savunma ile ilgilisi olup olmadığına “karar” verilerek savunmanın gizliliği ortadan kaldırılmaktadır.

PROTOKOL TUTUKLU AİLELERİNİN EVLATLARINI SAHİPLENMESİNİ ENGELLEMEYİ AMAÇLAMAKTADIR

“MADDE:7 Kurum dışından gelip, cezaevindeki tutuklu ve hükümlülerle görüşmek isteyen ziyaretçiler, önce jandarma tarafından elle aranacak, sonra duyarlı geçitten geçirilecek, daha sonra da cezaevi idaresince görevlendirilmiş bir memur tarafından yine elle aramaya tabi tutulacaklardır....” Bunu sağlamak için soyarak arama dahil tüm iğrençlikler yaşama geçirilmektedir. Onca asker ve gardiyan arasında tutuklu yakınları “arama” adı altında gayrı ahlaki bir uygulama boyun eğmeye zorlanmaktadır. Bu uygulamanın anlamı tutuklu ailelerine bir daha evlatlarınızı görmeye gelmeyin demektir.

“Aramaları Kolaylaştıracak Tedbirler: Dışarıdan içeriye, içeriden dışarıya olmak üzere kanun, tüzük, yönetmelik ve genelge hükümlerince tespit edilenler dışında eşya malzeme ve yiyecek maddesi alınmasına izin verilmeyecektir.”
Hapishanedeki evlatlarını görmeye giden aileler karınca kararınca bir şeyler götürmek ister, götürür. Bu artık gelenekselleşmiştir. Sahiplenmenin sembolik bir ifade biçimine dönüşmüştür. Kimi zaman bir sigara olur bu, kimi zaman değişik eşyalar, giyecek, yiyecek maddeleri olur. Ama artık onlar da engellenmeye başlanmıştır. Hemen her şey yasaklanmaya başlanmıştır. Kimisi rengi uymadığı için, kimisi içerde gerek yok denilerek, kimisinin tadını beğenmedikleri için alınmamaya başlanmıştır. Artık her şey YASAK’tır...

ARAMA BAHANE, AMAÇ SALDIRI VE KATLİAM

Ulucanlar katliamını hatırlarsınız. O dönem Adalet Bakanı, katliamın gerekçelerinden birisi olarak tutukluların “arama ve sayım vermediklerini” açıklamıştı. Oysa bunun yalan olduğu kısa zamanda ortaya çıktı. Bizzat hapishane idaresinin tuttuğu arama kayıtları Bakan’ın bu açıklamasının yalan olduğunu gösterdi. Ama bunun bir önemi yoktu onlar için, zira esas amaçları katliamın bahanesini yaratmaktı. Bu bahanelerden birisi “arama ve sayım vermemek” oldu.

İşte protokol ile bu bahane resmileştirilmektedir:
“SAYIMLARA JANDARMANIN KATILMASI: (...) olağanüstü durumlarda Cumhuriyet Başsavcısı veya Başsavcının muvafakatı ile kurum müdürünün talebi üzerine jandarma sayımlara katılacaktır. (...) Sabah ve akşam sayımları dışında, şüphe ve ciddi görülen ihbarlar üzerine belirsiz saatlerde de ani sayımlar yapılacaktır.”
“ARAMALAR: Cumhuriyet Başsavcısının muvafakatı ile kurum müdürünün talebi üzerine jandarma da bu aramalara katılacaktır. Cumhuriyet Başsavcısının talebi durumunda aramalar Emniyet ile de işbirliği yapılmak suretiyle yerine getirilecektir.”

Ulucanlar, Metris, Bandırma katliamlarında görüldüğü gibi sözkonusu “arama” düzenlenmesinin nasıl uygulanacağı açıktır. Artık “şüphe ve ciddi görülen ihbarlar üzerine” bir gece vakti hapishanelere operasyonlar düzenlenmesinin bahanesi zaten hazırdır. Sadece bununla da yetinmeyip, aramalara jandarma ile birlikte polis de dahil edilmektedir. Böylece tutuklulara, tutuklanmadan önce işkence yaptıkları yetmezmiş gibi, bir de hapishanede “arama” adı altında işkencelerini sürdürmelerinin zemini de hazırlanmıştır.

“Şüphe ve ciddi görülen ihbarlar üzerine belirsiz saatlerde de ani sayımlar yapılacaktır.”
Protokol’deki bu bölüm, Ulucanlar katliamının bir özetidir aslında. Katliam sonrası yetkililerin açıklamalarını hatırlamak yeterlidir. Yapılan resmi açıklamalara göre katliam operasyonu öncesi “ciddi görülen ihbar” söz konusudur. Bunun üzerine “ani ve belirsiz bir saatte” arama ve sayım yapılmaya kalkılmıştır. Sonuç: 10 devrimci tutuklu öldürülmüş, onlarcası ağır yaralanmıştır.

AÇLIK GREVLERİ VE ÖLÜM ORUCU, KATLİAM SALDIRISI GEREKÇESİ HALİNE GETİRİLİYOR

“Açlık grevine katılanların sağlık durumları kritikleştiğinde, bu kişilere uzman tabip kararı ile derhal müdahale edilerek tıbbi tedavi uygulanacaktır. Bu kişiler koğuş veya odalarından alınarak ayrı bir koğuş, oda, revir veya hastaneye konulacaktır. Alınmadığı takdirde jandarmadan yardım istenecektir.”

Tutukluluk koşullarındaki devrimcilerin, saldırılar karşısında siyasal kimliklerini ve onurlarını korumak için kullandıkları temel eylem biçimleri arasında açlık grevleri ve ölüm oruçları ilk sıraları alır.
Değişik saldırılarla bu eylemleri kıramayan Susurluk iktidarları bu kez söz konusu eylemlere “jandarma marifetiyle” saldıracağını karar altına almıştır. Önümüzdeki süreçte bu tür saldırıların gerçekleştirileceğinin hazırlığı yapılmaktadır. Oysa tıp etiği ve kişinin iradesi, açlık grevi, ölüm orucu içindeki bir insana müdahaleyi engeller. Buna göre; bağımsız iradesi ile bu tür eylem yürüten tutukluların bu eylemlerine müdahale etmek doğrudan kişiliğe yönelik bir saldırıdır. Dünyadaki yaygın uygulama, bu tür saldırı ve müdahalelerin gayrı meşru olduğudur. Meşru olan, zulme ve işkenceye karşı insanlık onuru ile direnmektir. Bu nedenle, söz konusu eylemlere müdahale etmeye kalkmak doğrudan insanlık onuruna saldırmak anlamına gelmektedir. Tıp etiği böyle bir saldırıyı mahkum etmektedir. Ancak Susurluk iktidarları için bunlar gereksiz ayrıntılardır. Susurluk iktidarı direnen herkese karşı topyekün bir saldırı başlatmıştır. Bu saldırı kapsamında tutukluların payına düşen Hücrelerdir. Devrimci tutukluların bu saldırıya karşı direneceğini hesaplayan Susurluk iktidarı, şimdiden önlemini alarak “jandarma marifetiyle” saldırmayı planlamakta, böylece ‘96 Ölüm Orucu’nun acısını çıkartacağını sanmaktadır. Elbette tüm bunların adı “Güvenlik tedbirleri” olmaktadır. Yani Susurluk iktidarı tüm bunları “güvenliği” sağlamak için yapacağını ilan etmektedir. Bunun nasıl olacağını Ulucanlar’dan biliyoruz, sonuç 10 ölü, onlarca yaralı...
Kuşkusuz “güvenlik tedbirleri” sadece bunlarla sınırlı değil. Tutukluları hedeflediği kadar tutuklu yakınları ve gelişmeleri kamuoyuna yansıtacak basını da hedeflemektedir. Protokol bunları da düzenlemiştir;
“B- GÜVENLİK TEDBİRLERİ: 2- Basın ve yayın organlarının röportaj, çekim ve eylemin propagandasını yapmalarına fırsat verilmeyecektir. 3- Açlık grevlerinin cezaevi dışındaki bazı gruplarca istismar edilmesinin önlenmesi için cezaevinin koruma alanı içinde bildiri okuma, gösteri, basın toplantısı ve protesto gibi eylemlerin yapılmasına müsaade edilmeyecektir.”

Protokolde geçen bu ibarelerden sonra nasıl bir “güvenlik” öngörüldüğü daha iyi anlaşılmaktadır. Buna göre;
1-Hapishanelerde teslimiyete karşı direnen tutuklulara katliam saldırısı başlatılacaktır.
2-Evlatlarının katledilmesine seyirci kalmayıp “bildiri okuma, gösteri, basın toplantısı ve protesto” gibi eylemlerle demokratik tepkilerini gösteren tutuklu yakınlarına MÜSAADE EDİLMEYECEKTİR.
Nasıl yani?

Açık ki, saldırılacaktır. Yüreğinize taş basıp oturun, yoksa saldırırız denmek istenmektedir.

Aynı tehdit bir başka biçimde basına da yapılmaktadır: “...Basın ve yayın organlarının röportaj, çekim ve eylemin propagandasını yapmalarına fırsat verilmeyecektir...”
Peki bunu nasıl yapacaklar?
Basının haber alma ve haber verme özgürlüğüne nasıl fırsat verilmeyecektir? Bu açıkça sansürdür, tehdittir, baskıdır. Ama gelin görün ki, basın-yayın organları kendilerine yönelen bu baskıyı ve sansür tehtidini görmezden gelerek, Adalet Bakanı ile yedikleri yemeğin keyfi içinde hücre saldırısını meşrulaştırmaya yönelik psikolojik savaşın bir uzantısı gibi çalışmaktadır. Bir kaç taneyle sınırlı duyarlı gazeteci dışında hemen hepsi, saldırıya çanak tutmaktadır. Yazık...
Oysa protokolde doğrudan kendilerini ilgilendiren yukarıdaki madde, basın özgürlüğüne doğrudan bir saldırıdır. Buna tepki göstermeleri beklenen gazeteciler, yalan haberlere devam ediyorlar. Ne diyelim, körle yatan şaşı kalkar misali Susurlukçularla içli dışlı olanlar suç ortaklığı yapmaktan başka bir şey göremez oluyorlar.

“BUNDAN BÖYLE JANDARMA MÜŞFİK VE İNSANİ DAVRANACAKTIR” YALANI SIRITIYOR

“MADDE 36: Hastaneye, başka bir cezaevine veya duruşmalara yapılacak sevkler sırasında jandarma; hükümlü ve tutuklulara müşfik davranacak, adil ve insani muamele yapacaktır.”
Tutukluların en çok saldırıya uğradığı zamanlar genellikle “hastaneye, başka bir cezaevine veya duruşmalara yapılacak sevkler” sırasındadır. Denilebilir ki, hapishanede kalmış olup da bu tür sevklerde itilip kakılmayan, ellerindeki kelepçe bileklerini kesmeyen, itiraz ettiğinde anında saldırıya uğramayan devrimci tutuklu yoktur. Örneğin devrimci tutukluların kaldığı tutukevlerinde, her mahkeme gidiş-dönüşü tam bir işkence seansıdır aslında. Hapishaneden çıkmadan önce arama ile başlar bu. Üst araması adı altında ayakkabı çıkarttırma, pantolon indirme, kemer çözmeye çalışma vb. uygulamalar dayatılır. Savunma ile ilgili belgelere el konulur, yırtılır, en hafifinden buruşturulur, okunmaz hale getirilir. Küfür, hakaret, tehdit ise sınırsızdır. Tüm bunlara itiraz ederseniz, işte o zaman jandarma emir komuta zinciri içinde “müşfik davranmaya” başlar. Coplar çekilir ve ring aracının içinde saldırı başlar. Elleri kelepçeli tutuklunun yapabileceği pek bir şey yoktur. En fazla slogan atabilir: İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek!...
Ama slogan atmasının da engellenmesi için ağzı yırtılıncaya kadar, soluksuz kalıncaya kadar bastırılır. Bu sevklerin sonucunda hastaneye giden daha kötü olarak döner hapishaneye, mahkemeye giden ise hastanelik olur. İşte jandarmanın “müşfik ve insani muamele”si budur.

“JANDARMAYA İTAAT ETMEYENLERE GEREKLİ İNZİBATİ TEDBİR ALINIR”

“...Ancak hükümlü ve tutukluların yolda, araçta ve cezaevlerindeki aramalarda, açık görüşlerde, sayımlarda ve hastanelerde yapılan görevler sırasında, jandarmaya itaatsizlik ve mukavemet etmeleri halinde görevli jandarma tarafından gerekli inzibati tedbirler alınmakla birlikte...”

Tutukluların nasıl yaşamasının istendiği vardı bu maddede... Tutuklu jandarmaya itaat etmelidir. Yani tek tip robotlar gibi, emir erleri gibi esas duruşta “komutanım” çekmelidir. Tutuklulardan beklenen, siyasi kimlik ve onurlarına yönelik her türlü onur kırıcı, gayrı ahlaki saldırıyı kabul etmeleri istenmektedir. Herhangi bir itirazı “itaatsizlik ve mukavemet” sayılacağından jandarma “gerekli inzibati tedbirleri” alacaktır. Bu tedbirlerin ne olduğunu artık herkes biliyor sanırız. Jandarmanın inzibati tedbiri coplarla, kalaslarla, silahlarla saldıracaktır.

Sadece bu kadar mı denilebilir. Elbette değil. Jandarma, inzibatı sağlama adına saldırdıktan sonra “... olayı belgeleyecek şekilde tutanak düzenlenerek gerekli adli, idari ve inzibati işlemler yapılmak üzere Cumhuriyet Başsavcılığına iletilecektir...” Bu tutanakların neler olduğunu ve içeriklerinin nasıl olacağı ULUCANLAR’da oldukça net görülmüştür. Katliamı gerçekleştirenler, tuttukları tutanaklarda katliamı aklamaya çalıştıkları gibi, katliamdan sağ kurtulan tutukluları da suçlamaktadırlar. Ki, bunun üzerine tutuklulara onlarca yıl ceza istemi ile dava açılmıştır. Evet her şey kitabına uydurulmuştur bu protokolde...

KATLİAM AMACIYLA JANDARMANIN MÜDAHALE İÇİN ÇAĞRILMASI

“İçişleri Bakanlığı cezaevleri ile tutukevlerinde meydana gelen açlık grevleri, rehin alma, adam öldürme, yangın çıkarma, sabotaj, tünel kazma, isyan ve ayaklanma, arama ve sayımların yapılmasına karşı koyma, duruşma ve hastanelere, başka cezaevlerine gidecek veya tahliye edilecek olanlara engel olma gibi olayları önlemek amacıyla ceza ve tutukevi idaresi ile birlikte yapılacak arama ve operasyonların can kaybına meydan vermeksizin yürütülebilmesi için görevlendirilecek güvenlik güçlerinin önceden uygun ve yeterli her türlü araç, gereç ve silahla teçhiz edilmesi ve bu amaçla eğitilmesi için gerekli tedbirleri alacaktır. Ceza ve tutukevi idaresi de,
Saldırı protokolünün 50. Maddesi, katliam amacıyla jandarmanın müdahale için çağrılmasını böyle düzenliyor. Geniş bir yelpazede tutulan müdahale bahaneleri, artık hapishanelerde sık sık bu türden katliamlar gerçekleştirilmeye çalışılacağının da habercisidir. Öyle ki, akıllarına ilk gelen CAN KAYBI olduğu için, hemen “arama ve operasyonların can kaybına meydan vermeksizin yürütülebilmesi için” diyebilmektedirler. Dervişin fikri neyse zikri de o olurmuş misali. Kaldı ki, adeta bir kara mizah örneği gibi can kaybına meydan vermemek için yapılacakların başında “güvenlik güçlerinin önceden uygun ve yeterli her türlü araç, gereç ve silahla teçhiz edilmesi ve bu amaçla eğitilmesi” sayılmaktadır. Her türlü silahla güçlendirilmiş olarak can kaybına meydan vermemek... Buna kargalar bile güler.
Tüm bunlarla birlikte protokolün bu maddeleri hapishanelere yönelecek olan operasyonların planlanmasından oluşmaktadır.
a-Katliam ve saldırı için güvenlik güçleri her türlü silahla güçlendirilecek,
b-İşkencenin sürüp sürmeyeceğini belirleyecek yeteri kadar Mengele artığı sağlık personeli hazır bulunarak operasyonlara katılacak,
c-Yaralıları hastanelere, ölüleri morglara taşımak için yeteri kadar ambulans hazır tutulacak,
d-Sürgün edilenleri ise götürecek yine yeteri kadar ring de hazır olacaktır.
Tüm bunlar bugüne kadar Buca, Ümraniye ve Ulucanlar’da yapılanlardır. Protokol, buralardan çıkarılan derslerin bir özeti olarak, katillere yönelik bir el kitabı olarak düşünülmüştür.
Bilindiği gibi, Ulucanlar katliamı sırasında olay yerinde bulunan katillere, amirleri telsizlerden “20-30 kişiyi gözden çıkarın, silah kullanın” emirleri vermişlerdir. 26 Eylül 1999 tarihinde bu emir yerine getirilmiştir. Bu emir aslında protokolün de ruhunu oluşturan Susurluk iktidarının devrimci tutuklulara yönelik politikasının da özetini oluşturmaktadır.

PROTOKOL’DE TUTUKLULARIN “SAĞLIĞI DA” DÜŞÜNÜLMÜŞ

“MADDE 45: Cezaevi idaresince hasta hükümlü ve tutukluların hastaneye duruşmaları olanların da mahkemelerine sevk edilmesi gerektiğine dair yazı, en geç bir gün öncesinden jandarmaya yazılacak, jandarma koruma birlik komutanlığı da istenilen gün ve saatte hizmete uygun olacak şekilde sevkleri yapacaktır.”
Bu kocaman bir YALANDIR!
Protokol sonrası tutukluların sağlık sorunlarının çözümünde hiçbir gelişme olmadığı gibi, aksine daha fazla engelleme yapılmıştır. Tek tek hapishanelerde bu yılın ilk iki ayında sağlık sorunu olan tutukluların tedavisi 1999 yılına göre daha da olumsuz olmuştur. Bunu bilen Adalet ve İçişleri bakanlığı ile Jandarma Genel Komutanlığı yetkilileri, yavuz hırsız misali çaldıkları minareye protokolle kılıf geçirmeye çalışmaktadırlar. İşte protokolden bir kaç başlık;

-ACİL HASTALIKLAR HALİNDE SEVK
-BOŞ KADROLARA TABİP VEYA DİŞ HEKİMİ ATANMASI
-TUTUKLU VE HÜKÜMLÜLERİN MUAYENELERİNDE GİZLİLİK
-BULAŞICI HASTALIK HALLERİNDE YAPILACAK İŞLEMLER
-HÜKÜMLÜ VE TUTUKLULARIN VEREM TARAMASINDAN GEÇİRİLMESİ
İşte tüm bunlar bugün hapishanelerde olmayan, yapılmayanlardır. Protokolde olması tamamen bir aldatmacadır. Zira bu tür maddeler, bugüne kadar çıkartılan konuyla ilgili tüm yasa ve genelgelerde vardır. Bu yanıyla protokolde yazılanlar yeni değildir. Olmayan bunların yazılması değil, uygulanmasıdır. Bu tür maddeler göz boyama amaçlıdır.
Örneğin hapishanelerde acil rahatsızlık durumlarında, ne bir doktor bulmak mümkündür nede acil olarak sevk yapılır. Adeta ölene kadar, saatlerce bekletilir. Hasbelkader ölmezse saatler sonra sevk yapılır ama artık o tutuklu genellikle geri gelmez. Oradan hastanenin morguna kaydını yaparlar, hapishane kaydını ise düşerler. Uygulama ve gerçek budur.
Tüberküloz, Hepatit vb. gibi bulaşıcı hastalıklara ise hiçbir önlem olmadığı gibi tedavisi ise mümkün değildir. Bir çok hapishanede yıllardır bahsedilen verem taramaları yapılmamış, yapılanlar ise uyduruk bir tarzda sonuçlandırılmıştır.

Muayenelerde gizlilik kuralı ise yalandır!
Hala süren bir uygulama olarak, özellikle bayan tutukluların muayene odalarına asker sokulmaktadır. Devrimci tutuklular bu ahlaksızlığa müdahale ettiklerinde ise, muayene yarıda kesilerek tutuklu apar topar hapishaneye geri götürülmekte ve itiraz ettiği yolda ring aracının içinde saldırıya uğramaktadır.

Hapishane revirlerinde ise olması gereken doktor ve diş doktorları ise ya yoktur, atanmamıştır ya da olanlar yetersizdir. Kaldı ki, çalışan doktorlar ise yeterli araç gereç ve imkana sahip değildir, adeta göstermelik olarak atanmanın sıkıntısını yaşarlar. Hele bir de idarenin işkenceciliğine ortak olmazlarsa, onlara da tutukluluk yaşatılır.

HAPİSHANELER PARÇA PARÇA ÖZELLEŞTİRİ LİYOR: PARALI SEVKLER DAYATILIYOR

“... MADDE 40: Bulunduğu cezaevinden başka bir cezaevine kendi isteği ile nakledilecek hükümlü ve tutuklular, muhafız jandarmaların yol paralarını ve harcırahlarını, cezaevi müdürlüğüne bir makbuz karşılığında ödeyecekler ve cezaevi müdürlüğü de, bu paraları bir tutanakla jandarma sevk devriyesi komutanına teslim edecektir...”

Avrupa ve Amerika’da kimi hapishanelerin özelleştirildiği bilinmektedir. Efendileri yapar da işbirlikçileri durur mu? Durmaz tabii. Bir bütün olarak bu “hizmet sektörünü” özelleştiremeseler de, buna yönelik adımları vardır. Bunların başında paralı sevkler gelmektedir. Bir süre önceye kadar istisnai bir uygulama olan bu tür sevkler artık genel uygulama haline getirilmiştir. Buna göre, sevk isteyen tutuklunun normalde yapılması gereken sevki şu veya bu nedenle geciktirilip, paralı sevk dayatılmaya başlanmıştır. Oysa Adalet Bakanlığı bunu karşılamak zorundadır.

Protokolle ilgili olarak Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu İstanbul Barosu ve Çağdaş Hukukçular Derneği’ne aynı içerikte iki mektup gönderdi. Baro’ya yazılan mektup;

“Merhaba,
Öncelikle Baro üyelerine ve çalışanlarına çalışmalarında başarılar dileyerek mektubumuza başlamak istiyoruz. Mektubumuzun amacı, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığının hapishanelere ilişkin yaptıkları protokole ilişkindir. Bu protokolde karşı çıkılması gereken, gerek tutuklulara gerekse de avukatlarımıza yönelik bir çok baskı, hak gaspı vardır. Ancak biz, özellikle avukatlarımız üzerindeki baskılar üzerinde durmak istiyoruz.
Bu protokolün uygulamaya konulmasından bu yana, bulunduğumuz hapishanelerin hiçbirinde avukatlarımızla görüşme yapamamaktayız. Avukatlarımızın kimliklerine hakaret, onlara suçlu muamelesi yapan bu protokol karşısında kuşkusuz bizler de, siz avukatlarımızın yanındayız. Bizler mafya ve çetelere verilmek üzere hapishanelere nasıl silah, uyuşturucu vb maddelerin sokulduğunu elbette ki, gerek basına yansıyan haberlerden, gerekse de bulunduğumuz ortamda ortaya çıkan bir çok olaydan biliyoruz. Ve yine bilinir ki, şimdiye kadar avukatlar kanalıyla bu tür şeylerin hapishanelere sokulduğuna tanık olunmamıştır. Bunu kendileri çok iyi biliyorlar. Tersine bizzat savcı, müdür, asker vb.nin (ki bunlar hala aranmayanlar durumundadırlar) bunları hapishanelere soktuğu defalarca açığa çıkmış, burjuva basına da yansımıştır. Kendi suçlarını avukatlarımızın üzerine atmaya çalışan bu mantığa karşı durmak, kuşkusuz bizler açısından da onur sorunudur.

Tüm bunların ötesinde bu saldırıların avukatlarımız, devrimci tutuklular nezdinde, halkın tamamen yok edilmeye çalışılan en demokratik haklarına, hak arama özgürlüklerine, baskı ve zulme karşı direnme dinamiklerine bir saldırıyı amaçladığını biliyoruz. Bu bakış açısıyla bizler de, avukatlarımızın baskılara karşı direnişini destekliyor, hapishanelerde de bu politikaya karşı tavır geliştireceğimizi bildirmek istiyoruz. Avukatlarımızın, bu kimliklerine saldırı anlamına gelecek aramayı kabul ederek ziyaretlerimize gelmelerini biz de kabullenmiyor, bu çerçevede ziyaretimize gelecek avukat olsa dahi, onlarla görüşmeyi kabul etmeyeceğimizi bildirmek istiyoruz.

Bununla birlikte avukatlarımızla görüşme hakkımızın fiilen gasp edilmesinin, zaten fiilen göstermelik olmaktan öteye gitmeyen savunma haklarımızın tamamen ortadan kaldırılması anlamına gelmesinin İstanbul Baro’sunu da yakından ilgilendiren bir sorun olduğunu tahmin ediyor ve bu sorunun çözümü için İstanbul Baro’sunun devlet üzerindeki özellikle bu tür konularda ağırlığını bilerek Baro’nuzdan destek bekliyoruz. Tekrar çalışmalarınızda başarılar diliyoruz. 28 Ocak 2000”

YENİ GENELGEDE SEVKLER SÜRGÜNLER

Adalet Bakanlığının 06.01.2000 tarihli nakil genelgesi, tutukluların sevk konularını düzenleme amaçlı çıkarılmış gibi görülse de esas olarak tutuklulara yönelik SÜRGÜN ve BAĞIMSIZLAŞTIRMA dayatmasını düzenlemektedir. Bu genelgeye göre tutuklular kimi ölçütlere göre sınıflandırılarak kimileri belli hapishanelerde, kimileri ise farklı hapishanelerde toplanmak istenmektedir.
Ayrıca söz konusu genelgede “... olağanüstü durumlar halinde; Hükümlüler, hükümözlüler ve tutuklular bakanlıkça her zaman konumlarına uygun bir başka infaz kurumuna nakledilebilirler.” denilmektedir. Olağanüstü durumların ne olduğu açıktır. Ulucanlar katliamı sonrası yaralı tutuklular ülkenin en ücra hapishanelerine bu gerekçe ile sürgüne gönderilmiştir. Son genelge ile yapılan düzenlemede bu uygulama bir kez daha vurgulanarak yapılacak sürgünlerin kılıfı hazırlanmıştır.
Bunlarla birlikte bu genelgede “terör suçundan hükümlüler için tahsis edilen cezaevleri” denilerek Eskişehir Özel, Kartal Özel, Alaşehir Kapalı gibi hücre tipi hapishaneler meşrulaştırılmak istenmiştir.

OBJEKTİF HABERCİLİK VEYA SUSURLUK MEDYASI

Televizyon ve gazeteler bol bol Adalet, İçişleri, Sağlık bakanlığı ile Jandarma Genel Komutanlığı’nın yaptığı PROTOKOL’un hapishanelere nasıl düzen vereceğini yazdılar, yayınladılar. Oysa bu protokol açıkça bir saldırı planı olarak hazırlanmıştı. Objektif habercilik gereği bile olsa, böyle bir protokol ile ilgili birinci dereceden muhatap olan devrimci tutukluların görüşü sorulmadı. Onlara yönelik karalama ve yalanlarla dolu haberler yapılmaya devam edildi. Bu açıkça olası katliamların suç ortaklığı anlamına gelmesine rağmen buna devam ettiler.

Bugün Hizbullah vahşeti diyerek sürmanşet atanlar, Ulucanlar’da katledilen tutukluların nasıl bir vahşetle katledildiklerini görmezden geldiler. Bugün Hizbulkontra’nın vahşet kasetlerini izleyelim tartışması yapan gazeteciler, hala Ulucanlar’da Jitem’in çektiği kasetleri habercilik için bile olsa izlemek için yazmıyor. Oysa Adli Tıp Kurumu’nun da açıkladığı gibi, katledilen tutuklular operasyon bitiminden saatler sonra öldürülmüşlerdir. Aradaki saatlerde hemen hepsine işkence yapılmış ve bu işkence ile öldürülmüşlerdir. Bu işkenceler yaralı tanıkların anlatımına göre, tek tek JİTEM tarafından kamera ile çekilmiştir. Kasete çekilen bu işkenceler Hizbullah vahşetinden daha az vahşi değildir. Peki gerçekler bu iken nerede kaldı objektif gazetecilik, habercilik... Yoktur! Bunun olmadığı yerde ise Susurlukçuların suç ortaklığı kaçınılmazdır. Bugün olan işte budur.
Tutuklu yakınları tarafından bir çok gazete, TV kuruluşu ziyaret edilmesine, gerçekleri anlatan dosyalar, belgeler verilmesine rağmen hemen hiçbiri gerçekleri dile getiren haberler yapmadılar. Bunun yerine Susurluk iktidarının ilgili kurumlarının kendilerine sağladığı yalanlara dayanarak haberler yaptılar, yapıyorlar. Gün geçmiyor ki, bir TV kanalı veya gazetede hapishanelerin hücre tipi olması gerektiğine ilişkin haber yayınlanmaktadır, açık oturumlar yapılmakta, ilgili ilgisiz herkes bu yönde konuşturulmaktadır. Konuşturulmayan, fikri alınmayanlar ise sadece tutuklular ve tutuklu yakınları oluyorlar. Onlara dönüp de bir kez bile siz ne düşünüyorsunuz denmiyor, denmedi. Bunun yerine 5-10 sene önce cezalandırılan işbirlikçi hainler, eski ve yeni Adalet ve İçişleri Bakanlarının açıklamaları, konuyla halk düşmanlığı dışında hiçbir ilgisi olmayan Susurlukçular vb. kısaca kim varsa hepsine söz hakkı verilmeye devam ediliyor. Onlara göre her şey “devrimci tutukluları hücrelere kapatınca bitecek”...
Ecevit, bunu Amerika ziyareti ve Ulucanlar katliamı sırasında açıkladı:
“Cezaevlerinde devlet otoritesini sağlayacağız”

Bunun nasıl olacağı Ulucanlar katliamı ile anlaşıldı. Ama sadece Ulucanlar yetmiyor elbette. Daha katledilecek, sağ kalanları ise hücrelere götürülecek bir çok devrimci tutuklu var geride. O zaman, “otorite sağlamaya devam” edilmenin zemini hazırlanmalıydı. Öyle de yapıldı. İktidarın bu konuda denilebilir ki, en büyük yardımcısı basın oldu. Aynı basın yeri gelince “özgürlükten”, “meslek ilke ve ahlakından” söz etmesini pek sever. Ama söz konusu protokolde bizzat kendilerine yönelik “Basın ve yayın organlarının röportaj, çekim ve eylemin propagandasını yapmalarına fırsat verilmeyecektir.” kararı olmasına rağmen ses çıkarmadı. “Bu sansürdür, siz nasıl olur da bizim haber alma özgürlüğümüze ipotek koyarsınız” demedi, diyemedi. Kalemlerini satanların böyle bir itirazda bulunması mümkün değildir elbette. Meslek ilkelerine saldırı olan avukatlar, meslek örgütleri ile doğrudan bu uygulamaları kabul etmeyeceklerini ilan ederken, bu tür bir madde ile haber yapma ve yayma özgürlüğüne “fırsat verilmeyeceği” açıklanan gazetecilerde hala ses yok. Bu utanç vericidir gerçekten.
Elbette tüm bunlar bilinçli bir çabanın ürünüdür. Susurluk iktidarı ve suç ortağı olan burjuva basın, hücre tipi saldırıları kamuoyuna kanıksatmak için bu politikayı uygulamaktadırlar. Ancak tüm bunlara rağmen devrimci tutuklular ve tutuklu aileleri seslerini duyurmak için gerekli açıklamalarını yapıyorlar. Üç Bakanlık ve Jandarma Komutanlığı’nın üzerinde anlaştığı protokol hakkında kendi düşüncelerini ifade ettiler. Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu da bir açıklama yaparak protokol’un gerçek amacı ve bununla nelerin nasıl hedeflendiği anlattı.

“(...)
Ecevit hükümeti, yeni yılın ilk günlerinde yeni bir saldırı kararının altına imza attı. 5 Ocak 2000 tarihinde Bülent Ecevit, Hüsamettin Özkan başkanlığında Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanları ile Jandarma Genel Komutanı Rasim Betir’in katıldığı bir toplantı düzenlendi. Bu toplantının gündemi yine hapishanelerdi. Ecevit, toplantının ardından yaptığı açıklamada hapishanelere ilişkin yeni bir protokol imzalandığını ve kısa sürede uygulamaya geçileceğini açıkladı.

Protokolün özü tutuklulara yönelik yeni saldırılardır. Ecevit yaptığı açıklamada, alınan kararların gerekçesini açıklarken gerçekleştirecekleri saldırıları kamuoyu nezdinde meşrulaştırmak ve zemin hazırlamak istiyordu. Güya toplanmalarının amacı ‘tutuklu ve hükümlülerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi, hapishanelerin sağlık açısından daha yeterli düzeye getirilmesi, tedavi olmada ortaya çıkan sorunların çözülmesi, iaşeye ilişkin sorunların çözülmesi”ymiş. “Bu protokolun uygulanmasıyla birlikte cezaevlerindeki bütün sorunlar çözülecek”miş... Burjuva basın da üzerine düşen görevi yerine getirmek için çabalayıp durdu. Burjuva basına göre devlet tutuklular için iyi şeyler yapıyordu.

Ecevit, açıklamasında yapılan toplantının asıl amacını da gizlemedi. Fakat bu saldırı kararlarını “masum” gerekçeler altında gizlemek için epey çaba harcadı. Şöyle diyordu Ecevit; “Tabi bunun bir de mimari boyutu var. Cezaevlerinin güvenlik ve sağlık açısından daha yeterli bir düzeye gelebilmesi için gerekli yapılanma biçimi çok önemli. Altı cezaevinin yapımı sürüyor. Beş yeni cezaevi ihale aşamasında. Bunların bir yıl içinde tamamlanmasıyla sorunlar biter. Yaşam koşulları çok daha olumlu hale getirilecek.” tutukluların sağlığı, rahatı” için çabalıyorlar. Ama mimari sorun var. Bu da “F Tipi”, yani hücre tipi hapishanelerin gerekliliği. Hiçbir alanda başaramadıkları “Avrupa standartlarını” devrimci tutukluları teslim almayı hedefleyen hücre tipi cezaevleri olunca hiçbir pürüz çıkmadan hayata geçiriyorlar.

Alınan saldırı kararlarında hücre tipi hapishanenin yanı sıra, tutuklulara ve tutuklu yakınlarına yönelik yeni baskı uygulamaları var. Ancak kimse bunlardan söz etmiyor. Hücre tipi hapishane tartışması uzun bir süredir iktidar tarafından bilinçli bir şekilde gündeme getiriliyor. Bilerek ya da bilmeyerek iktidarın bu politikalarına alet olanlar, hapishaneleri hedef gösterip, hücreleri şirin gösterenler, bazı şeyleri bilmek ve düşünmek zorundadırlar. Bu tartışma basit bir “mimari yapı” tartışması değildir.”
İfadelerinin yer aldığı açıklamanın devamında da Ulucanlar katliamı örnek verilerek, amacın halka yönelik baskı politikalarından bağımsız olmadığı anlatılıyor. Avrupa standartları diye dayatılan hücre hapishanelerin emperyalizmin politikası olduğu anlatılıyor. Açıklamanın sonunda ise, kamuoyu saldırılara ve hücre hapishane politikalarına karşı duyarlı olmaya çağrılıyor.

TABUTLUKLAR İÇİN YENİ BAHANELER BULUNUYOR

Bandırma Hapishanesinde bir İBDA-C’li tutuklunun katledildiği operasyonu gerçekleştiren Susurluk İktidarı, çok geçmeden aynı davaya mensup tutuklulara bu kez Metris’te saldırdı. 25 Ocak tarihinde, İBDA-C davasından bir tutuklu katledilirken onlarcası yaralandı. Senaryo yine aynıydı: “Güvenlik güçlerine mukavemet etmişlerdi”
Bu gelişmelere tavırsız kalmayan Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu, 28 Ocak tarihli açıklaması ile Susurluk İktidarını protesto etti. Aynı açıklamada bir süredir Öncü gazetesinde DHKP-C davasından Ercan Kartal şahsında yapılan açıklamalar da protesto edildi:

“Öncü gazetesi, 27 Ocak’ta “Şimdi sırada Ercan Kartal var” başlıklı haberinin ardından, 28 Ocak’ta “Cezaevleri gözaltında” başlıklı bir haber yayınladı. “Şimdi sırada Ercan Kartal var” haberinde; “Ercan Kartal’da tıpkı Salih İzzet Erdiş (Mirzabeyoğlu) gibi Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki duruşmalara katılmamakta direniyor.(...) Kartal’ın da, Mirzabeyoğlu gibi duruşma, mahkemeye yaklaşmasına yakın olay çıkarması halinde jandarma özel tim tarafından düzenlenecek bir operasyonla alınabileceği belirtiliyor” deniliyor. “Sık sık duruşmalara gitmemek için olay çıkararak büyük gerginlikler çıkmasına neden olmuştu” diye devam eden haberin tamamı yalandır.

Ercan Kartal, bugüne kadar yargılandığı tüm davalara katılmıştır. Ercan Kartal’ın yargılandığı davalarda, katıldığı duruşmaların haberleri tüm basın yayın kuruluşlarınca yayınlandığı bilindiği halde yapılan bu haber, faşist iktidar tarafından dikte ettirilmiş, tutuklulara yönelik saldırı planlarının açık bir göstergesidir. Nitekim, 27 Ocak’ta CNN Türk Televizyonu’nda yayınlanan 32. Gün programında, faşist katil Mehmet Ağar’ın ağzından, cezaevlerine yönelik bir operasyonun gerekliliği üzerinde durulmuştur. Her fırsatta hücre tipi saldırısını gündeme getiren egemenler, kamuoyunu yanıltmak için, faşist ve uşak medyayı oldukça etkin bir biçimde kullanıyor. ‘Uzmanlık alanı’ cezaevleri olan ve ABD’de ‘faaliyet yürüten’ Melda Türker konuşturularak, ‘oda tipi’ denilen tabutlukların “en ideal” olduğunun kabullendirilmeye çalışılması buna bir örnektir. Yalan ve demagojik söylemlerle kamuoyu yaratmaya çalışan egemenler, “hücre tipi” cezaevlerini halkımıza pazarlama gayreti içerisindedirler.

Bu ne ilk ne de son saldırıdır. Faşist iktidar, aylardır yalan ve demagojiye dayalı açıklamalarıyla, devrimci tutukluları katletmenin hesabı içerisindedir. Fakat, dün olduğu gibi bugün de başarılı olamayacaktır. Devrimci tutukluların direnişi faşist iktidarın tüm planlarını bozacaktır...”