TUNCAY OPÇİN'in Bekaroğlu ile yaptığı röportaj 13 01 2001 tarihinde Aktüel dergisinde yayınlandı. Yazının başlığı yüzlerce direnişçinin yoldaşlarını, ailelerini yok sayıyor. Buna rağmen Bekaroğlu'nun sözlerini belge kabul ederek İSYAN sayfalarına aldık.
Ölüme karşı tek başına
"Faziletli" milletvekili Mehmet Bekaroğlu cezaevlerinde neler olduğunu 20 yıl
önce, 12 Eylül'de bizzat görmüş.
Bu söyleşi yayımlandığında belki çok geç olacak. Ama Fazilet Partisi Rize
milletvekili Mehmet Bekaroğlu neredeyse tek kişilik bir toplumsal vicdan gibi,
cezaevlerinde süren ölüm oruçlarını unutturmuyor. Son olarak sorunu devletin
zirvesine taşıdı. "Cumhurbaşkanı ilgili, ama ne yapacak? Onu bize söylemedi"
diyor.
Basında ayrıntılı yer almadı ama cezaevleri sorununu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet
Sezer'e anlattınız. Cumhurbaşkanının tavrı ne oldu?
Operasyondan sonra araya bayram tatili girdi, bir yandan da şikayetler gelmeye başladı.
Bayramı yarıda kesip Sincan F tipinde, Numune Hastanesi'nde gördüklerimi rapor ettim.
Başbakan bizimle görüşmüyor, acaba bir mektup mu yazsak, diye böyle bir çaresizlik
içinde çırpınıyorduk.
Cumhurbaşkanına ölüm oruçları konusunda arabuluculuk yapan sivil toplum örgütlerinin
yöneticileriyle; Türk Tabipler Birliği İkinci Başkanı Doktor Metin Bakkalcı, TÜMMOB
Genel Başkanı Kaya Güvenç ve İstanbul Baro Başkanı Yücel Sayman'la beraber gittik.
Müdahale sonrasında ortaya çıkan tabloyu özetledik. "Hayata Dönüş
Operasyonu" denmesine rağmen 32 kişinin öldüğünü, buna rağmen ölüm oruçlarının
artarak devam ettiğini, bırakıldığına dair yapılan açıklamaların doğru olmadığını
yerinde tesbit ettiğimizi anlattık. Sorduğu sorular olayı bildiğini ortaya koyuyordu.
Olayın detayına vakıf mı?
Bizi çok dikkatli bir şekilde dinledi. Onun bakış açısını ve resmi söylemi
bir kenara koyarsak, kendisi olayı bütün gelişmeleriyle, safhalarıyla izlemiş. Bunu
açık bir şekilde ortaya koyuyor. F tipini, daha önce cezaevlerindeki durumu, yaşanan
sıkıntıları, cezaevlerinde siyasal suçlu veya terör nitelikli denen 11 bin insanın
bulunmasını, bir o kadar dosyanın olmasını, bütün bunların ne anlama geldiğini
biliyor cumhurbaşkanı. Ne yapılabilir, diye sordu.
Önümüzdeki günlerde cezaevlerinden çıkacak tabutların sadece bazı insanların ölmesi
anlamına gelmeyeceği açık. Bu sadece vicdanlarımızı rahatsız etmekle kalmayacak,
ülkenin geleceği açısından da tamir edilmesi güç yaralar açacak. Bu arada ortaya
çıkabilecek provokasyonlarla ülkenin bir kaosa sürüklenebileceğini, bunun bedelinin
çok ağır olabileceğini cumhurbaşkanına anlattık.
"Bakanın randevu vermesini sağladı"
Sizin çözüm önerilerinize karşı, cumhurbaşkanının geliştirdiği öneriler
var mıydı?
Hayır öyle bir şey hissetmedik. Ancak bize birçok soru sordu. Biz önceki tartışmaların
neler olduğunu, nerede kaldığımızı kendisine söyledik. Eski duruma dönmesek bile
Adalet Bakanı, 9 Aralık'ta "F tipleri ertelendi" demişti. Bu önemli bir
noktadır. Yaşananlardan sonra görüşmelerin tekrar bu noktadan başlaması gerektiğini
söyledik.
Bu noktada bir katkı sağlayabileceğini söyledi mi, ya da bir söz verdi mi?
"Ben devletin başındayım. Direkt olmasa bile bu konulardan sorumluyum.
Ama direkt sorumlu hükümettir, Adalet Bakanı'dır. Ben görüşürüm, burada adım
atacak olan Adalet Bakanı'dır, hükümettir" dedi. Ama basına ya da kamuoyuna açıklanmasında
bir fayda bulmadığımız bazı konuşmalarımız da oldu. Cumhurbaşkanı ilgili, ama ne
yapacak? Onu bize söylemedi.
Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'le görüştüğü zaman, sizin önerilerinizi mi
anlatacak ona?
Biz Adalet Bakanı ve hükümetle görüşemiyorduk. Bunu söyleyince, "Siz
bakanla, hükümetle görüşmek için yeniden girişimlerde bulunun" dedi. Ertesi gün
aradığımızda Adalet Bakanı hemen randevu verdi, kabul etti.
Sezer adı konmamış bir köprü görevi mi yaptı?
Onu bilemiyorum ancak bir haftadır Adalet Bakanı Türk'le görüşemiyorduk,
"Görüşmeye gerek yok" diyordu. Bu kez görüştüğümüzde de "Bu
insanların ölüm orucunu bırakması için çağrıda bulunun" dedi.
"Öteki ilgilendirmiyor"
"Ürpertici bir sessizlik"ten bahsediyorsunuz. Bundan kastettiğiniz
taraflar arasındaki kilitlenme mi?
Bu tabloyu tarif etmek bile insanı ürkütüyor. Bunun arkasından ölümler gelecek.
1996'da yaşananları biliyoruz, ölüm orucunda 13 kişi ölmüştü. Bu bizi rahatsız
ediyor. Arkaik zamanlardan kalma bir hesaplaşmanın bedellerini bugün biz ödeyeceğiz.
1970'lerde kurulan Marksist bir örgüt, buna karşılık Soğuk Savaş yıllarına göre
tedbir almış bir devlet; bu anlayış kilitlemiş ufkumuzu.
Siz kimden ses gelmesini bekliyordunuz da, onlardan ses gelmeyince ürkütücü
sessizliğe düştüğünüzü farkettiniz?
Ortada bir olay var. Kim haklı, kim haksız onları bir tarafa bırakıyorum.
Bir grup insan ölüm orucu yapıyor, devlet ise F tipi cezaevini geliştirmiş. Bu ölüm
oruçlarının bitmesi gerektiğini herkes söyledi, gazeteler yazdı, çizdi. Aydınlar,
yazarlar devreye girdi. Neticede dört kişilik arabulucuya karar verildi, biz görüşmeleri
yaptık. Bu işin bitmesi için herkes bir gayret içerisindeydi. Ve işte bu müdahale
geldi, şu kadar insan öldü. Hiçbir şey değişmedi. Değişen ne oldu? Artık hiçbir
şey yapılamayacağı tescil edildi. Onun ötesinde yapılamaması için provokasyonlar
var. Polise saldırı var. İntihar saldırıları oluyor. Sadece insanların ölüme
terkedilmesinin ötesinde bir kaosa doğru sürükleniyoruz.
Refah Partisi iktidarında da aynı olaylar yaşandı, 13 kişi öldü. O zaman sağ
kesimden, sağ partilerden ses çıkmamıştı. Şimdi muhalefetteki Fazilet Partisi aynı
tavrı sürdürüyor...
Ben 1996'da ölüm oruçları sırasında öğretim görevlisiydim. O zaman
Mukadder Başeğmez çok uğraştı.
Ama bunlar hep bireysel çabalar olarak kaldı.
Doğru. Hem bu olaylarda, hem de geçen sene Ulucanlar'da yapılan operasyonda yaşananların
yazılmasında görev aldım. Her aşamada genel başkanımla görüştüm, bilgi verdim,
sürekli destekledi beni. Hükümetin operasyonla yanlış yaptığı, görüşmelerin sürdürülmesi
gerektiği konusunda açıklama yaptı. Ben basın toplantılarında sadece Mehmet Bekaroğlu
olarak değil genel başkan yardımcısı olarak partiyi temsil ettiğimi söyledim.
Ama şunu da maalesef söylemek gerekir; Türkiye'de insan hakları konusunda bir çifte
standart var. İnsanlar Soğuk Savaş döneminden kalma refleksleri üzerlerinden atamıyor.
Hak ihlali dediklerinde kendi hakları akıllarına geliyor, öbürlerine çok bakmıyorlar.
Bu her kesim için böyle.
"Tehdit ediliyorum"
Bu dönemde parti tabanınızdan "Bu teröristlerin hakkını niye
koruyorsun" gibi tepki aldınız mı?
Akit gazetesinde aleyhime birkaç yazı çıktıktan sonra, "Başörtüsü
olaylarında neredeydin, sana ne bunlardan" diyen oldu. Ama ezici çoğunluktan almış
olduğum tepkiler olumluydu. Parti yönetiminden de beni yüreklendiren tepkiler aldım.
Tehdit ediliyor musunuz?
Oldu ve hâlâ devam ediyor. Şehit ailesi olduğunu söyleyerek tehdit eden,
"Hesap vereceksin" diyen isimsiz telefonlar geliyor. Mesajlar, sekreterime
notlar bırakılıyor.
Herkesin sustuğu bir yerde siz neden inatla uğraşıyorsunuz? Sizi bu süreçte
bu kadar aktif hale getiren nedir?
Bizim bu duruşumuz normal bir duruş. Kahramanlık değil. Ben kendimi bildim
bileli insan hakları savunuculuğu yaptım. Bir de ben cezaevi gerçeğini biliyorum. 12
Eylül'den sonra bir yıl Metris Askeri Cezaevi'nde, sonra da Gaziantep Özel Tip
Cezaevi'nde psikiyatri uzmanı olarak çalıştım.
Bu tecrübelerinizle F tipi cezaevlerini nasıl gördünüz, nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye'deki aslında 12 Eylül refleksi. 12 Eylül'den sonra özel tip
cezaevlerinde aynı şey yapılmaya çalışılıyordu. Muhalif olan kapatılacak,
kapatmak yetmiyor ıslah edilecek. Böyle bir psikolojiyle bu cezaevleri yapıldı. Tecrit
esasına göre yapılan cezaevleridir bunlar. Bu tecrit sadece fiziksel değil, ıslahla
ilgili bir programları var. Suçlunun ıslah edilmesinin anlamı, onun düzelmesi,
devletin istediği doğrultuda görüşlerini değiştirmesi yönünde...